18 Eylül 2015 Cuma

Kardeşim ben daha çocukken öldü ve konuşmaya devam etti

Uzun bir sureden sonra herkese tekrar merhaba,
Bu sefer reddit'de Nosleep bolumunde 'theEmperorFinest' kullanici adiyla yazilan ve Temmuz ayinin en iyi korku hikayesi secilen hikayenin Turkce cevirisiyle karsinizdayim. Korku hikayeleri seviyorsaniz (maalesef hepsi Ingilizce fakat harika hikayeler var.) Nosleep'de takilmanizi oneririm. 


Hikayenin asil Ingilizce versiyonuna asagidan ulasabilirsiniz. 


Tabii ki birebir ceviri mumkun olmadigindan kendi yorumumu katmam gereken yerler oldu. Umarim begenir ve keyif alirsiniz.

Hepimiz Dennis’in bir haftadan az bir zamani kaldigini biliyorduk ve buna kendimizi olabilecegince hazirlamaya calistik. Bu bizi parcalayacak ve hepimizin hayatinda doldurulamayacak bir bosluk birakacakti. Ama boyle olmaliydi. Hepimiz onun, tum insanlarin oldugunde gittigi yere gidecegini dusunmeliydik. Boyle dusunmek en iyisiydi; ve boylesi gercekte olanlardan cok daha kolay olurdu. Dennis’e 10 yasina girdikten bir kac gun sonra kanser teshisi koyuldu ve durumu bu hale kadar geldi. Hic bir zaman iyiye gitmedi veya ameliyat icin bir firsat olmadi. Tum taramalar ayni sonucu gosteriyordu: buyudukce guclenen yagli ve siyah aglar. Ikiz oldugumuz ve kemoterapiye baslamadan once birebir ayni gozukuyor olmamiz da durumu daha kotuye goturdu. Iste orada, yanibasindaydim; saclari dokulmeden, rengi solmadan ve yanaklari kafatasina dogru cokmeden onceki mukemmel bir goruntusuydum. O ise surekli olmasi gereken ile karsilastirilan zayiflatilmis bir hayaletten ibaretti.
Sonunda doktor ufacik umudumuzu da icine cekerek dosyayi kapadi. ‘Dennis muhtemelen 4 gunden fazla yasayamayacak. En fazla bir hafta.’ Hepimiz bezelye yesili noktalari olan kuflu odasinda kamp kurmaliydik.Panjurlardan iceri sizan tek isik Dennis’in zemin boyunca uzanan goz kamastirici yataginin kisa kenarina dusuyordu. Gorevliler benim icin ayri, basit bir yatak getirmeyi basarmisti ve ailenin geri kalani hasir sandalyelerde uyuyacakti.
Dennis bu evrede oldukca kotu gozukuyordu. Neredeyse kafatasini gorebilirdiniz. Hepimiz onunla konusup geri kalan zamani degerlendirmek istiyorduk, ama neredeyse butun gun uyuyordu ve uyandiginda ise yalnizca sessizlik vardi. Kimse ne diyecegini bilemiyordu. Dogru bir sozcuk yoktu ve hepimizin icinde eger biri duruma mudahale ederse herseyin bir anda gercek olacagi, ve bu aci gercegin tekrar yuzumuze vurulacagina dair bir korku vardi. Ilk ses bizi bu incecik ipten alacak; gozyaslari ve kaos icinde birakacak ve bir daha kendimizi toparlayamayacaktik. Bu yuzden sessizlik vardi. Bir de ailemin gozlerine asla yansiyamayan zoraki gulumseyisleri…
Ucuncu gun, sonunda gerceklestigi gundu. Kalp monitorunun sabit bip’leri zivanadan cikmis elektronik inlemelere donustu ve Dennis kuru bir iniltiyle, kuvvetsizce titriyordu.
Ailem aninda sandalyelerinden firladi, annem dogruca Dennis’e yoneldi; onu omuzlarindan tuttu ve durmasi, iyi olmasi icin yalvardi. Babam odanin kapisindan koridora yardim icin bagiriyordu.
Doktorlar ve hemsireler son zamanlarda degismisti, Dennis’e son zamanlarinda farkli davraniyorlardi. Onceden canlandirmalarda cilginca, sanki yuz metre kosusundaymiscasina, umutsuzca cabalar vardi. En kucuk bir harekette bile umutsuzca bir basarili olma arzusu vardi. Simdiyse farkliydi, daha cok sabit bir sarsma gibi. Duygular olmadan, akillarindaki kucuk kontrol listelerine tik atiyorlardi.
Farkettirecegini de zannetmiyorum. Kanser sonunda kontrolu ele gecirdi ve vucut sistemi daha fazla dayanamadi. Oldugunu ilan ettiler, ve hazir oldugumuzda gelip vucudunu almak uzere bassagligi dileyerek odadan ayrildilar. Kapi ardimizdan odada beni, annemi, babami ve Dennis’in cesedini birakarak kapandi.
Hepimiz yataginin basina biraz daha yaklasarak ona bakakaldik. Bu an annem daha fazla dayanamadi ve ugultuyla goz yaslarina boguldu. Babam onu kendine cekerek saglam durmaya calisti fakat o da kendinde degildi. Hic hickirrmadi, yalnizca yuzunden arada akan goz yaslari vardi ve sikili disleri arasinda patlayan keskin nefesleri.
Ben ise yalnizca Dennis’in yuzune bakiyordum.
Hepimiz orada uzunca bir sure kaldik. Sonunda bunun aslinda yalnizca basit bir olay olmadigini kavramistim. Ilk defa, aklim kendi kendine bu olayin sonsuz etkilerine kaymaya basladi, ve her biri beni daha da asagi cekerek, burada olmasina ragmen onu daha da fazla ozlememe neden oldu. Bir daha asla bana gulumseyemeyecekti, bir daha asla beraber yemek yiyemeyecektik, bir daha okula asla beraber gidemeyecektik, asla ayni siniflarda olmayacaktik veya ders esnasinda konusamayacaktik. Boylece devam ettim ve kaybettigimin yalnizca bir insan olmadigini, milyonlarca seyi kaybettigimin farkina vardim. Daimi olmasi gereken varligi gitmisti ve hic bir sey bir daha eskisi kadar iyi olmayacakti. Bundan sonra yapacagim her sey, onunla yapamayacagimin kesinligi yuzunden bozulacakti veya daha sonra ona anlatamayacaktim. Bunlarin olabilecegini dusunmek yalnizca cocukca bir varsayim olurdu.
Dudaklarinin kipirdadigini ilk goren bendim. ‘ Anne, baba, dudaklari haraket etti.’ Ailem donakaldi, hala birbirlerine kenetlenmislerdi, annem babamin destegiyle ayakta duruyordu. Baktik ve dudaklarinin kipirmaya devam ettigini gorduk. Ailem yine sessizlesmisti. Umutlanmamaya calisiyor ve bunun bir cesit tik oldugunu varsayiyor olmaliydilar. Fakat durmadi; devam etti ve sonunda puslu, boguk sesiyle; o kadar bitkindi ki neredeyse ruzgar sesi duydugunuzu sanirdiniz, adimi soyledi.
‘Harry.’
Babam odadan disari kostu ve hemsirelere geri gelmeleri icin bagirdi. Annem ise agzini tutuyordu ve yataktan geriye dogru giderken tokezledi. Calisanlar tekrar iceriye yigildilar ve kontrol listelerinin uzerinden gectiler. Bir kac kere sok verdikten sonra bir karara vardilar.
‘Ozur dileriz, fakat hala olu.’
‘Ama onu konusurken duydum’ dedi babam kisik, yalvarircasina bir sesle.
‘Bakin, bu disariya cikan havadan duydugunuz ses olabilir.’
‘Ama…’ O an incecik, dokuntu bir ses odadaki herkesin sesini kesti ve herkes sesin kaynagina dogru dondu. Ic cekme veya boguk bir gurultu cikarmak arasinda bir sesti.
‘Harry, burasi cok karanlik. Cok soguk. Oyle karanlik ki. Beni asagiya, icine cekiyor.’
Bir an sonra hemsireler yine etrafinda turlamaya basladi, fakat bu seferki kontrol listesinin uzerinden gecmek gibi formalite icabi degildi. Hareketlerindeki aceleciligi ve telasi yuzlerinden anlayabilirdiniz. Neler oldugunu bilmiyorlardi ve dogru seyi yaptiklarindan emin degillerdi. Tekrar sok cihazina yoneldiler ve steteskopla kalbini dinlemeden once gogsunden iceri yogun sok dalgalari gonderdiler.
‘Hic anlam veremiyorum, bunlarin hic bir anlami yok.’ diye mirildandi iclerinden birisi. On dakika sonra hepsi birden geri cekildi. Son kez listelerini kontrol ettiler, hicbir sey olmamisti.
‘Neler oluyor?’ diye bagirdi annem. Iclerinden doktor oldugunu dusundugum birisi cevap verdi.
‘Hicbir sey. Oksijen pomplamaya calistik fakat hicbir ise yaramiyor. Ne yaparsak yapalim bir veya iki saniyeden fazla nabiz alamiyoruz. Vucut isisi uc derece dustu.O oldu.’
‘Fakat hepimiz duyduk onu.’ dedim.
‘Biliyorum, fakat o olu.’
Tekrar o kulak tirmalayici sesin duyulmasiyla, herkes sustu. ‘Lutfen Harry. Neredesin?’
Yanina kadar gittim, fakat o konustukca rahatlamanin aksine yalnizca korkuyordum. Olmesini istedim, boylece aglayabilirdim ve ailem kalan isleri bitirebilirdi; fakat yurumeye devam ettim ve elimi kemikli, soguk ve oldugu acikca belli olan elinin ustune koydum. ‘Buradayim.’ dedim.
‘ Bir grilik gorebiliyorum. Kucuk bir grilik ama cok uzakta. Sadece gormuyorum, hissediyorum da. Hissediyorum ve bir seyin bu kadar uzakta olabilecegini hic bilmiyordum. Simdiden cok asagidayim fakat grilige ulasmam icin cok daha fazla uzaga gitmem gerekiyor.’ Nasil cevaplayacagimi bilmiyordum, bu yuzden oylece durdum. Oylece durdum ve karanlik ile uzaktaki gri leke hakkinda konusmasini dinledim. Bazen cevap veriyor, bazen vermiyordu. Onumuzdeki bir kac saat icinde etrafimizda bir cok sey yasandi. Hastanede calisan herkes iceriye girip cikmis olmaliydi. Ailem bile Dennis’in yalnizca beni farkettigini kabullendikten sonra arada bir odadan ayrilmaya basladi. Dennis’i her dalda doktor gordu ve hic kimse bir anlam veremedi. Onu ulasamadiklari ekipmanlara goturmek uzere bir sedyeye aldilar. Ben de gelmeliydim. Onun konusmaya devam etmesini saglayan bir ben vardim.
Bir karara varana kadar uzun bir zaman gecti. Umutsuzluga kapildilar ve onu fMRI makinesine sokmaya karar verdiler. Bir cesedi , yasayan bireyler icin olan bir makineye sokmakya hazirlaniyorlardi. Tum ailem odanin icindeydi.
Tum bu kafa karisikligi icinde icime soguk bir korku yerlesti ve kendimi kusacak gibi hissettim. ‘Bence… birseyler bulduk.’ dedi monitore bakmakta olan teknisyen. ‘Lutfen bize neler oldugunu anlatin.’ dedi annem. Kirmizi, durgun ve ifadesiz yuzu; tum bu dehset ve umudu ardinda birakmis, simdi ise herseyden cok yorgun gozukuyordu. ‘Bakin, bu tarama beynin icinde kanin dolastigi yeri gosteriyor. Fakat, olay su ki beynindeki kan hareket etmiyor, bunu nabzindan anliyoruz. Yine de orada birseyler oluyor. Oyle birsey ki makine yalnizca ufacik bir kismini algilayabiliyor, yine de orada bir cesit aktivite oldugu kesin. Simdi, emin degilim ama bence bu aktivite, hareket kontrol mekanizmasinin oldugu yerde kumelenmis. Onun disindaki hersey tamamiyla olu gozukuyor. Bilincinin yerinde oldugu acik, tam cumleler kullaniyor fakat…’ ‘Fakat ne?’ diye araya girdi babam. ‘Fakat, sanki dusunme islemi baska bir yerden gerceklesiyor ve yine de konusmayi yapan yerle etkilesim icindeler.’
‘Bu kesinlikle dogru.’ dedi arkamizdan gelen bir ses. Donup baktigimda gri takim elbiseleri icinde yasli bir adam gordum. Iyi kesilmis gumus bir sakali vardi ve hastanenin icine yutuldugu bicimsiz kaosla garip bir tezatlik icindeydi. ‘Kimsiniz siz?’ diye sordu teknisyen. ‘Ben Daniel Coannes.’ diye yanitladi teknisyene kivrik kartini uzatirken. ‘Orpheus Enstitusunde calisiyorum. Biz yari ozel bir tibbi arastirma sirketiyiz ve bu duruma benzer birkac durumu arastirmistik. Bashekimle bu olayi incelemek uzere anlasmaya vardik. Neredeyse gorunmez bir kac adam Coannes’in arkasindan teknisyene dogru hareket etti. ‘ Adamlarim bu gibi olaylardaki gizlilik ilkesini aciklamakta yardimci olacaklar. Cocugu bundan sonra biz devarliyoruz.’ Gogsunde garip logo olan beyaz onluklu daha fazla adam Dennis’i sedyeye geri aldi ve bizi koridora dogru yonelttiler. Tek kelime etmeden takip ettik, hic bir sey soylemeyi dusunmedik de cunku bu yeni insanlar bize yeni olasiliklar sunmustu, olayi aciklamaya gidebilecek tamamiyla yeni bir yol. Dennis’i bir ameliyat odasina aliyorlardi ve annemin nefesi kesildi. ‘Bakin, ne yapiyorsunuz?’ dedi babam. Boguk sesi hala gozyaslarini tutmakta oldugunu kanitliyordu. Coannes, yasindan beklenmeyecek bir hizla sedyenin onune gecti ve ameliyat odasina girince durdu. Ucumuzun de gozlerine bakmak icin caba gosteriyordu. Biz hala koridordaydik ve ameliyat odasini arkamizdan kapatti.
Alcak ve rahat bir sesle cevap verdi. ‘Buraya ameliyat icin gelmedik. Yalnizca burasi hastanenin en sessiz kismi ve burada herhangi dikkat dagitici unsurlar yok. Oglunuza ne oldugunu anlamaktan baska hic bir sey istemiyoruz. Bu gibi bir olay onceden de yasandi. Oglunuzun bilinci yerinde ve, anladigimiz kadariyla, yalnizca kardesiyle konusuyor. Harry’i, Dennis’e bizim sorularimizi sormasi icin kullanmak istiyoruz. Bizce bu en iyi Harry iceri yalniz girerse calisacaktir. Odada dinleme cihazlarimiz var ve konusmayi biz de duyabilecegiz.’ Ailem bir sure konusmadi. Babam sessizligi gucsuz ve duraksayan kelimleriyle boldu:
‘Sizce geri gelme olasiligi var mi? Gelse bile fazla surecegini sanmiyorum fakat… geri gelmesini gercekten isterdim. Ne kadar surerse sursun. Yeterince sey soyleyemedim. Birbirimize soylememiz gereken seyleri soyleyebilmek icin yeterince buyuk degildim.’
‘Eger boyle birsey gercekten mumkunse, bunun gerceklesmesi icin yemin ederim ki gucumuz dahilindeki herseyi yapacagiz. Sizin icin ozel ayri bir bekleme odasi hazirladik.’ Coannes koridora dogru yoneldi. Orada beyaz onluklu iki adam duruyordu. ‘Pete ve Shirley size oraya kadar eslik edecek, tabii isterseniz.’ Ailem istemeyerek de olsa koridorda yurumeye basladi, annem hala babamdan destek alarak yuruyordu. Babam, sanki kaybolacagimdan korkarmiscasina omzunun ustunden surekli bize dogru bakis atiyordu. Sonunda gittiler ve Coannes’in elini omzumda hissettim. Daha yakinlasabilmek ve ayni seviyede olabilmek icin diz coktu. ‘ Bunun senin icin cok zor oldugunu biliyorum. Bu gun hayatinin en kotu gunu olmali, fakat hizli bir tarih dersine hazir misin?’ Herhangi duzgun bir cevap verebilecek durumda degildim fakat sokun ve hezeyanin icinde biraz merakimi uyandirmayi basarmisti, kafami salladim.
‘Insanoglu tarihindeki en onemli anlardan biri aya ayak bastigimiz gundur. Bunu onemli kilan yalnizca olayin kendisi degil, olay gerceklestigi sure icinde baglanti halinde olabilmemizdir. Dunya’ya radyo sinyalleri gonderiyorlardi ve iletisim kurmayi basardilar. Sence adamimiz oradaki yuruyusunu, hakkinda hic bir bilgiye sahip olmadigimiz o rahatsiz ve soguk yuzeyde, aradaki haberlesme olmadan yapsaydi: aya inis ayni etkiyi yaratabilir miydi? Ya gitselerdi ve geri donemeselerdi? Ya oraya gittiklerinden kesin olarak emin olsaydik fakat sinyal alamasaydik?
Sessiz kalmaya devam ettim ve bunlari tam olarak sindirdigimden emin olamadim. ‘Bilmiyorum.’ diye geveledim. ‘Astronotlari geri getirebileceklerini bilmeyeceklerdi ve onlari orada olmeye birakmalari gercekten yuksek bir ihtimal olurdu. Yine de bunu yaptilar. Gorev basarisiz olsaydi farketmezdi. Buyuk bir zaferle geri donseydik de… Onemli olan tek sey neydi biliyor musun? Bu uc cesur adamin bilinmezlikte attigi ilk adimlari anlatabilecek baglantiyi kurabilmis olmamizdi. Eger geri donemeselerdi de; aramizdaki baglantiyi: topragi, isigin miktarini, Dunya’nin nasil gorundugunu, ayin safagi tarafindan ikiye nasil bolundugunu ve bu yeni kesiflerini bize anlatabilecekleri kadar uzun sure saglayabilmemizle hicbir sey farkettirmezdi. Bunlarin hicbiri Houston’daki astronotlarla konusan, onlarin odaklanmalarini saglayan ve ihtiyacimiz olan bilgiyi almamizi saglayan insanlar olmasa olmazdi. Harry, inaniyoruz ki Dennis insanliga hakkinda ne kadar fazla sey bilsek o kadar iyi olacak, ilginc bir yerde. Sen Houston’sin ve kardesin bir astronot. Klapasindan ince bir kagit cikardi.
‘Buradaki kagit soracagin sorularda odaklanman gereken konulari gosteriyor. Bu kagit en gerekli ve kullanisli bilgileri almamiza yardimci olacak. En cok dikkat etmen gereken konu: onu konusturmaya devam ettirmen. Bes saniye bile susman demek onu kaybetmemize neden olabilir.
Durumu dogru duzgun anlayamadan kagidi aldim. Beni ameliyat odasina goturerek kapiyi arkamdan kapatti. Tek basimaydim, ortamdaki guclukle duyulan tek ses , celik raflarin ve Dennis’in uzerinde yattigi saglam ameliyat masanin icindeki aletlerin titresiminden cikan zayif cinlamalardi. Masaya yaklastim ve herhangi bir yonlendirme icin kagida baktim.
Genel Prensipler:
Sevdiginiz kisiye olu oldugundan bahsetmeyin. Gecmis deneyimler bunun yarattigi sokun, baglantinin kopmasina neden olabilecegini ongoruyor. Surekli bir diyalog icinde olmaniz baglantiyi guclendirecektir. Sevdiginiz kisiye sizin dinsel inanciniza gore bir sey yasayip yasamadigina yonelik sorular sormayin.
Ilk Adim: Sevdiginiz kisiye neler yasadigini ve etrafinda neler oldugunu sorun. Onlari cesaretlendirmek icin… Bir soluk dikkatimi kagittan uzaklastirdi.
‘Harry.’ dedi Dennis.
‘Evet benim’ diye cevapladim elini tutarken. Oldugune hicbir suphe yoktu. Eli buz gibi soguktu ve parmaklari olum katiligiyla garip acilarda kilitlenmisti. Vucudunun tamami hastalik beyazligindan, olumun yagmur bulutu tonuna burunmustu.
‘ Grilige ulastim, zemine. Hafifce geldim, bir yaprak gibi. Soguk. Simdi orada duruyorum.’
‘Dennis, nerede oldugunu tarif edebilir misin?’ ‘
‘Hala…gri, fakat simdi daha gercek. Altimda gri kumlar, arkamda gri bir okyanus var. Uzerimde gri bulutlar…Bu bulutlari gelirken gordugumu hatirlamiyorum ama simdi buradalar.Bulutlar…ciglik atiyor.’
‘Okyanus mu?’ diye sordum. ‘Okyanusun icinde birsey gorebiliyor musun?’ Dennis balgamli, anlamsiz bir nefes verdi. ‘Ufuktan uzaklarda karanlik basliyor. Herseyin, hatta bulutlarin bile durdugu yerde ac bir karanlik hat. Karanlik surunuyor, sanki canliymiscasina hareket ediyor. Oraya gidemem, o tarafta gidemem.’ Bu noktada anlamadigim tum bu seylerle, Dennis’in yasiyor olmadigi gercegi beni bir anda kavradi. Dagildim. Inliyor, agliyor ve yuzumu sanki buz dolabindan yeni cikmiscasina soguk, zayif kaburgalarina gomuyordum. Elini siktikca sikiyor, kati parmaklarini bir arada tutuyordum.
‘Dennis, lutfen buraya geri don, her neredeysen.’
‘Harry? Harry agliyor musun? Soylemesi zor. Buradaki hersey zaten agliyormus gibi.’ Sozleri beni derinden vurdu. Hickiriklarimi tuttum ve tekrar ona bakmaya devam ettim. Tum bu olanlar karsisindaki katatonik uzakligima geri dondum.
‘Geri donemem. Geri donus yok. Sanki bir siviyi yere dokermis gibi, tekrar hepsini oldugu yere geri koyamazsin.’
Bunu kabullenmem bir kac saniyemi aldi fakat belki de onu haksiz olduguna ikna edebilecegim umuduyla devam ettim. ‘Okyanusun oteki tarafinda ne var?’
‘Oraya gitmem gerek. Yuzmeyi denersem karanlik beni icine cekecek, geriye yalnizca aci kalana dek parcalayacak beni.Bulutlarin arasina firlatacak ve ben de ciglik atacagim.
‘Dennis bana diger yonde ne oldugunu anlat.’
‘Yalnizca kum, sonsuzluga uzanan gri kum. Henuz cok kotu bir sey yok. Gorulecek kotu seyler yok. Gittigim yerde daha cok olacak. Simdi yurumeye baslayacagim Harry.’
‘Nereye gitmen gerekiyor?’ dedim endiseli bir sekilde tirnaklarimi koluma gecirerek. Soyledigi seylerde tiksindirici, dehset verici bir gerceklik vardi. Sanki dunyanin yuvarlak oldugunu daha yeni ogrenmissin gibi, bir kac saniye garip hissettiriyor fakat sonra fikre alisiyorsun ve gercegi goruyorsun. Zemin ne kadar duz olursa olsun, buyuk sir bu. Ne kadar anlamsiz gelirse gelsin, gercek bu. ‘Baska birini gorebiliyorum.’
‘Onunla konusabilir misin?’ dedim sesimi sabit tutmaya calisarak. Tekrar dagilmamam gerektigini hissediyordum. ‘Konusabilecegimi saniyorum, fakat yapamam.’
‘Ne demek istiyorsun?’
‘Burasi pek konusulacak bir yer degil. Tum konusmayi buraya gelmeden once yapmamiz gerekiyordu. Simdi yalnizca sessiz olmaliyiz.’
‘Fakat benimle konusuyorsun Dennis.’
‘Ama sesim burada degil, orada seninle.’
‘Dennis’ dedim gozyaslarimi tutmaya calisarak. ‘Dennis, lutfen, bana neler oldugunu anlat.’
‘Sanirim sonunda oldum. Ve simdi olanlar ise bunun sonrasinda olacak olan sey, her zaman olacak olan. Korkunc bir sekilde dogru hissetiriyor. Sanki varligim daha belirsiz kucuk bir dusunceyken veya ailemizin ailesi, hatta onlarin da oncesinden beri gelmemi umuyormus gibi.
‘Lutfen bu sekilde konusmayi birak. Sen boyle konusmazsin, asla konusmadin.’
‘Ozur dilerim, sadece burada herseyi farkli goruyorsun, bazi seyleri sana anlatilmadan anliyorsun, unuttugun bazi seyleri.’ Soylecek bir sey dusunemedim ve endiselenmeye basladim. ‘Hey’ dedi Dennis ve agzinin kenarlari korkunc bir gulusu taklit ederek gerginlesti. ‘Daha fazlasini gorebiliyorum ve hepsi ciplaklar, fakat gercekten ciplak. Giysileri yok, hepsi gri ve burusuk fakat hepsi bu degil. Bir sekilde iclerini de gorebilirsin, sanki tum duvarlar yikilmis ve kim oldugunu, bir bakista anlayabilirmissin gibi. Dusunceleri ve hissettikleri etraflarinda havada asili hayaletler gibi. Sanki birileri tum gecmislerindeki tum giysileri cikarmis gibi. Oyle ciplaklar ki Harry.’ Gulme anlamina gelen hafif bir oksuruk sesi cikardi. ‘Bu gercekten cok korkunc.’
‘Ah, bunu komik bulabilecegini dusunmustum.’
‘Artik ayni seylere gulebilecegimizi zannetmiyorum, artik sen farklisin.’
‘Sanirim bu mantikli…’
‘Peki tum bu insanlar ne yapiyor?’
‘Cogunlukla benimle ayni yone, merkeze dogru gidiyorlar.’
‘Neyin merkezine?’
‘Merkez deniyor, belki buranin merkezi, belki de heryerin.’
‘Ama neden?’ dedim kontrolu kaybetmeye baslayarak. ‘Neden oraya gitmen gerekiyor?’
‘Gitmem gerekmiyor, kimsenin de gitmesi gerekmiyor. Bu sadece biri sana elini uzattiginda sikmak zorunda olmaman veya biri seninle konustugunda cevap vermek zorunda olmaman gibi bir sey, fakat yapmamak yanlis hissettiriyor ve daha iyi bir secenegin de yok. Durmak istemezsin.’
‘Durursan ne olur?’
‘Degisiyor, bir kac gun once su kadinin yanindan gectim…’
‘Bir kac gun?’ dedim tuyler urpertici bir bas donmesiyle ameliyat masasinin soguk celigini tutarken.
‘Daha oleli bir gun bile olmadi.’
‘O kadinin yanindan bir kac gun once gectim.’ diye devam etti sanki beni hic duymamis gibi. ‘Merkeze ulasamadi ve kendi yoluna gitmeye basladi. Tamami ile gerildi ve gogus kafesinden disari dogru cekildi. Teni sertlesmeye ve yasli bir agac veya dagilan bir kaya gibi pul pul olmaya basladi. Onu gorebiliyorum. Muzisyen, muzigi severdi, hayatinin bir sarki gibi oldugunu dusunurdu. Bazen kendini tekrarlayan, orada burada kotu notalarla ama kendini toparlayan, sonra koroya ulasti ve bitti. Oyle hizli bitmisti ki bunu kabullenemedi. Yerdeki keskin kayayi aldi ve kaburgalarini sanki buyuk bir harpmis gibi kazimaya basladi.
Muzik yapmaya calisiyordu, sarkinin devam etmesini saglamaya; fakat berbat bir ses, kemigin testereyle kesilme sesi ve daha sonra gelecek olanin yerinin tutamayacak. Simdiden yerle butunlesmeye basladi. Sonsuza kadar burada kalacak ve ozledigi muzigi yapmaya calisacak.’ Buna soyleyebilecegim birsey yoktu bu yuzden konusmaya devam edecegini varsayarak sessiz kaldim. Devam etmedi.
‘Dennis? Dennis?’
Cevap yok. Dehsetli bir saskinliga kapildim ve gogsunu yumruklamaya basladim.
‘Dennis, geri gel Dennis!’
Bir anda cikardigi hiriltiyla geri sicradim ve raflara carparak yere yuvarlandim. Bu da piriltili ameliyat gereclerinin uzerime yagmur gibi yagmasina neden oldu. Bir an bile dusunmeden kardesimin gozlerine umutsuzca bakabilmek icin kalktim. Tekrar elini tuttum ve sikabildigim kadar siktim.
‘Harry’ dedi ve beni rahatlatti. ‘Cok zaman oldu…yillar gecti.’
‘Ne?’
‘Senelerdir yuruyorum ve zaman gectikce kotuye gidiyor.’
‘Daha bir gun bile olmadi.’
‘Cok fazla yil oldu ve hersey durmaksizin kotuye gidiyor.’
‘Ne, kotuye giden nedir?’
‘Merkeze yaklastikca kotulesiyor, simdi bir suru insan var. Binlerce, on binlerce, hepsi de merkeze dogru yuruyorlar.’
‘Peki bunu kotu yapan ne?’
‘Anlattigim harpli kiz gibi cok daha fazlasi var, olanlari duzeltmeye calisan, ve tum bu olanlar hakkinda sinirli olan insanlar var. Yere kok salmislar (c.n: harpli kiz gibi yerle butunlesmis) ve uluyarak, bu hale gelmelerine neden oldugunu dusundukleri insanlarin isimlerini tekrarliyorlar. Bazen onlara yenileri katiliyor ve eski , catlak heykeller gibi tas kesildiklerinde beraber buyuyorlar ve birbirlerinin acisini hissetmeye basliyorlar. Bazen bir dagin tamami bu insanlardan olusuyor, tum yuzeydeler. Olanlarin adaletsizligine agliyorlar. Ben hala yuruyorum.’
‘Ama nereye gidiyorsun?’
‘Soylemistim, merkeze. Yaklasiyorum. Ciglik atan tum bulutlar egiliyor. Egiliyor ve hepsi ayni yere, merkeze dogru donduruluyorlar.’
‘Lutfen konusmayi birak ve geri gel.’
‘Yapamam. Geri donus yok. Ayrica herkes gibi hareket etmeliyim. Garip bir sey yapmak aylaklarin dikkatini cekmenin en hizli yolu.’
‘Ah Tanrim… Aylaklar nedir?’
‘Merkeze dogru geldikce daha da cogalmaya basladilar. Bunlar, cok uzun uc ayaklariyla etrafta gezinen, boynuz gibi siyah keskin bir kabukla kapli yaratiklar. Akvuryumu hatirliyor musun? Akvaryumda gordugumuz deniz kestanlerine benziyorlar fakat ust kisimlari daha keskin ve gosterisli. Sanki bir heykel tras tasarlamis gibi. Bir satranc tasini andiriyor. Seni farkettiklerinde, sana dogru dusecekmiscesine yaklasiyorlar. Fakat o uzun uc bacaklarinin ustunde asla dusmuyorlar. Cop gibi, evet, boyle soyleyebiliriz. Ve seni bacaklarinin arasinda birakacak sekilde tam onunde duruyorlar. Altlarindaki delikleri ve disari cikan filizleri gorebiliyorsun. Kirmizi uzantili, kasindirici tuyleri olan filizleri... Sana dogru bukulmeye ve her yaninda salinmaya basliyorlar. Ilk basta kirmizi olduklari icin umursamiyorsun. Burada yillarca gri ve karanliktan baska hic bir sey goremiyorsun ve kirmizi filizler cok guzeller; ama sana dokunduklari zaman korkunc hissediyorsun. Bugune kadar hissetigin her kotu his, basina gelen her kotu olay su yuzune cikiyor. Seni bogmak istiyor. Icindeki her bir parca aci artiyor ve aylaklar bunlarla besleniyor. Doladiklari filizlerden bu duygulari cekiyorlar. Tum bu acinin ve olmamasi gereken duygularin tadina bayiliyorlar. Sonunda doyuyorlar ve... ve sen yurumeye devam ediyorsun.'
'Tanrim Dennis.Tanrim.'
'Onemli degil. Kotuler, fakat burada herseye ayri bir bakis acisindan bakiyorsun. Kesinlikle korkunclar, fakat merkezin yakinindaki seyle kiyaslanamazlar bile. Onlari dipte yetisen yosunlara veya deniz kestanelerine benzetecek olursak; merkezi bir kopek baligina, ya da bir balinaya, ya da en dipte yasayan ve boyutundan dolayi suyun yuzeyine bile cikamayacak dev gibi bir varliga benzetebiliriz.'
'Daha once hic boyle seyler soylemezdin.'
'Nasil aciklayacagimi bilmiyorum. Buradayken, kucuk ayrintilar azaliyor ve herseyi bilmek icin kelimeyi ogrenmene gerek yok. Burasi nedenlerle cok az bagintili ve iki arti iki dort ediyor. Isi anlamli olmak degil.'
'Isi ne oyleyse?'
'Bilmiyorum. Belki merkezde ogrenebiliriz.'
Tekrar sessizlesti, ve bu defa uykuya dalmasini durdurmak istedigimden emin degildim. Tum bunlari daha fazla duymak istedigimden emin degildim fakat ne istedigim farketmeksizin bogazindan bir inilti daha yukseldi ve yine geri donmustu.
'Kahretsin. Kahretsin simdi goruyorum. Merkezi goruyorum.'
Eli elimin etrafinda kapanmaya basladi. Yavas fakat kacinilmaz bir olum soguklugu, demir bir kiskac gibi parmaklarima baski yapiyordu. Kapandikca kacmaya calisiyordum, masadan hizlica cekilmeme ragmen aci verici kavrayisinin icinde kipirdayamiyordum bile.
'Merkezin, bu buyuk yerin icinde bir ari kovani gibi yerin ustunde suzuluyor. O da gri, gri ve seritlerle, sirtlarla dolu. Sanki siviymis da katilasmis veya ag gibi bir seyden yapilmis gibi. Kocaman Harry. Bunun gibi bir sey gormedim. Tum bulutlar ciglik atar halde tepesindeki deliklerden iceri cekiliyor. Yuzlerce daginik, ici zift karasi delik var. Sehirlerden daha buyukler Harry ve herkes oraya dogru gidiyor. Binlercesi altinda ususmus, deliklerdeki zifiri karanliga giden kopruleri tirmanabilmek icin birbirlerini ittiriyorlar Harry. Ben de buradayim.'
Elimdeki sizlamayla 'Lutfen' dedim. 'Iceri gidemezsin. Orada iyi bir sey olamaz.' Bunu biliyordum, sadece tarifinden degil, icten gelen bir his olarak. Bahsettigi seyin esas ve gercek oldugunu biliyordum. Varolusumuzun gunes, ay ve dogum kadar onemli bir parcasi gibi fakat bir sekilde kotuydu, dibine kadar tamamiyla yanlisti.
'Gidilecek baska neresi var? Koprulerden birindeyim.'
'Lutfen. Geri donebilirsin.'
'Hayir. Bu rahime geri donmek gibi olur. Yapilamaz. Olacak olan bu. Ah.'
'Ne? Ne oldu?'
'Ah Tanrim, bir seyler hissetmeye basliyorum. Sanirim merkez yuzunden. Canim aciyor. Tum hain, kindar ve icimdeki tum kizginlik kabariyor, dagiliyor ve benden geriye kalanlari boguyor. Cok kizginim Harry. Gittikce kuculuyorum ve nefretim gittikce buyuyor.'
Eli sikilasti ve ciglik attim.
'Neden ben? Neden sen degil de ben? Senin yaptigin neyi yapmadim? Benim yaptigim neyi yapmadin?'
'Ozur dilerim. Ozur dilerim.' dedim gozyaslari icinde.
Sesi degisti, hala sessizdi ama kuduz gibiydi. Her sozcuk hirilti ve vitriol'le yikanmisti. (C.N: Vitriol: Simyada bir terim. Temel felsefesine gore kisi ateste arinmadan, cehenneme inmeden ve nihayetinde oz'e donusmeden aydinlanamaz. Ref: Semboller Ansiklopedisi,Ruh ve Madde Yayınları)
'Senden nefret ediyorum; bunu biliyor muydun? Hala ayaktasin, hala kosabiliyor, nefes alabiliyorsun. Senden nefret ediyorum. Tum bu zaman cani aciyan bendim ve sen orada durmus benim icin uzuluyordun. Bunu hissedemezdin bile, sadece beni olurken izleyecek ve asla yapamayacagim seyleri yapmaya defolup gidecektin.'
Birilerinin yardima gelmesi icin bagirip ciglik atiyordum. Neredeyse Dennis'i masadan dusurecektim, govdesi elimi sikmasina neden olan o gucle kenara dayanmisti. Tum bunlar olurken gozleri her zaman oldugu gibi oluydu. Sonra bir anda gevsedi. Elimi birakti, sirti bukuldu ve yere cakildi. Uc parmagimi kirmisti fakat sokun etkisiyle hissetmiyordum. Yuzunu gorebilmek icin kendimi dizlerimin uzerine attim ve orada olduguna dair bir isaret gorebilmek icin bir tokat attim. Tekrar nefes aldi. Her zamankinden daha baygindi.
'Ah hayir. Ah Tanrim. Icindeyim ve dusundugumden cok daha kotu. Kotuden de ote. Olabilecegini dusudugum herseyden de kotu.'
'Lutfen Dennis dinle, lutfen bana neler oldugunu soyle.'
'Merkez. Cok buyuk ve uzerimde suzuluyor. Ari kovanindan cok daha buyuk. Icinde olandan cok daha buyuk ve tum ici cok daha buyuk, cok buyuk. Burasi da gri, her zaman gri, gri ve sonsuz kilometrelerce catlamis bir tas gibi.'
Sesi tekrar degisti. Aglamakli ve biraz da korkmustu. 'Canimi yakiyor Harry. Bugune kadar canimin yandigindan cok daha fazla canimi yakiyor ve henuz beni farketmedi bile.'
'Lutfen, buradaki adam aciklaman gerektigini soyledi. Eger konusmaya devam edersen burada kalabilirsin.'
'O kadar buyuk ki...' dedi. Sesi agliyormuscasina kirilmaya ve titremeye basladi. 'Parmaklari gokdelenlerden daha buyuk ve bir suru, milyonlarca parmagi var ve kaburgalari, butun vucut kaburgalardan veya yalnizca kenetlenmis parmaklardan olusuyor. Bilmiyorum, cok fazlalar ve cok buyukler Harry ve maskeler, Tanrim, maskeler.
'Ne maskeleri?'
'Maskeler, tum yuzleri farkli ve hepsi ulkelerden daha buyuk. Bazilarinin mukemmel yuvarlak gozleri var, bazilarinin ise agizlarinin olmasi gereken yerde kocaman noktali bosluklar var. Bazilari bos ve bazilari sekiz goz deliginden olusuyor, bazilari insan yuzu gibi, mukemmel kara oyuk gozleri olan mukemmel insan yuzleri... Hepsinin ici cok karanlik, yasayan, nabiz gibi atan bir karanlik. Hepsi birlikte bir nabiz gibi atiyorlar. O kadar, o kadar buyukler ki yaptigi baskiyi hissedebiliyorsun. Sanki bir bebegin annesine uzanmasi gibi, havayi kotulukle doldurup icten ice kotu hissetmeni saglayarak bu kotuluge uzaniyorlar ve aman Tanrim Harry.'
Nefes alis verisi gittikce hizlaniyordu, sig, korku dolu nefes alis verisleri, icguduleri nefes almaya ihtiyaci oldugu gerceginin ustesinden geliyordu.
'Dennis konus benimle nedir o? Neler oluyor?'
'Seytan degil. Hayir, basta boyle dusunmustum fakat degil. Daha cok Tanri gibi. Sanki Tanri herseyden nefret ediyormus gibi. ' Nefes alis verisi tekrar hizlandi.
'Ah Tanrim. Beni gordu. Lutfen, lutfen bana yalnizca bir sey icin soz ver, yalnizca tek bir sey icin...
Lutfen...asla olme.'
Son bir nefes verdi. Onu geri getirmek icin hayvansi ve umutsuz bir enerji patlamasiyla herseyi denedim. Ona vurdum, sarstim, yalvradim; fakat bu defa gercekten gitmisti. Odanin icinde diz cokmus bir sekilde soyledigi son sozler beynime kazinirken ve bu sozleri asla unutamayacagimi dusunerek oylece durdum.
Onumuzdeki bir kac saat ve bir kac gun belirsizlik icinde gecti. Enstitunun beyaz onluklulerinin gelip beni onun olu bedeninden uzaklastirdiklarini hatirliyorum. Elimi bir tahtayla baglayip kati bir maddenin icine soktuklarini hatirliyorum. Daniel Coannes'in beni aydinlik bir odaya oturtup sorguladigini hatirliyorum. (Kendisi sohbet diyordu fakat bir sorgulamaydi. Istedigini alirsa nazik olabilen bir adamin sorgulamasi..)
Bana her hangi bir imge gorup gormedigimi, Dennis'in dogruyu soyleyip soylemedigi hakkinda nasil hissettigimi, ve Dennis'in gercekte oldugundan farkli davrandigi anlari aciklamami istiyordu. Yorgunluktan, travmadan ve elimdeki acidan uyusuk ve alakasiz hissediyordum. Bu yuzden sorulara durustlukle cevap verdim.
Sonunda Coannes bana bir telefon numarasi ezberletti ve herhangi bir sozcugun bu hastane odasindan cikmayacagini su goturmez bir gercek haline getirdi. Dennis'le ilgili herhangi bir fenomen deneyimlersem aramami isteyip sonunda gittiler.
Ailemle eve bir taksiyle donduk. Dennis oldukten sonra ne olduguyla ilgili konusmadik ve o an Dennis'in gercekten oldugu ve geri gelmeyecegi gerceginin farkina vardigim ikinci an oldu. Eve geldik, yataga girdik ve ertesi sabah masada fazladan bir sandalyenin oldugu, sessiz bir kahvalti ettik.
Yillar gecti ve tum bu deneyimlerim, onlarla birlikte yasamami gerektiren bir hal aldi. Dusuncelerimi korkunc bir sekilde yonlendiriyordu fakat bunu anlayamadigim bir butun olarak kabullenerek cogunlukla yasamayi basariyordum. Dennis'in artik varolmamasi, nasil oldugu gerceginden (ne kadar korkunc ve dogal olmasa da) cok daha kotuydu...
Fakat son zamanlarda ruyalar gormeye basladim. Belirsiz ve kesik olarak basladi ama bir kac gece artarak ve belirginleserek devam etti.
Her zaman ayni sekilde basliyordu, ben ve Dennis, ikimiz de tekrar cocuguz, taze havayi icimize cekerken parlak bir gunde yesil bir tepenin uzerindeyiz. Cogu kelimeyi hatirlayamiyorum ama ana fikir Dennis'in babamin onu benden cok daha fazla sevdigi ve yasadigi surece benden daha iyi olacagi hakkindaki palavra ve gosterisli sozlerinden ibaretti. Abel oldugu (C.N: Abel ve Cain-Habil ve Kabil) surece babamin onu daha cok sevmesini saglayacagi ile ilgili.
Gercek hayatta bu sozleri duydugumda sinirlenecegimden cok daha fazla sinirleniyordum. Bir kaya goruyorum ve dusunmeden kayayi yerden alip ona saldirmaya basliyorum. Onu sirt ustu dusuruyor ve derisi yuzulene kadar defalarca vuruyorum. Icinden kafatasini gorebiliyorsunuz. Beni itmeyi basariyor ve kaciyor. Ben de takip ediyorum, asla ikinci kez dusunmeden. En sonunda karanlik ilerisini asla goremedigim iki dagin arasindaki bir gecide gelinceye kadar kovaliyorum onu. Mesafe iki tarafinda da sonsuza kadar uzaniyor ve ustunde kara bulutlara doygun bir gokyuzu var. Bu haliyle fazlasiyla Mordor'u andiriyor. Bu noktada her zaman onu yeterince kovaladigimi bilerek, isin tamamlandigini dusunerek kosmayi birakiyorum.
Vucudumdan ayrilip gecide dogru cekiliyorum. Artik kendim degilim, sadece isimsiz, dusuncesiz bacaklari olmayan hayalet bir gozlemciyim. Dennis ise kara gecitten asagi, topragin gri ve kuru oldugu gunessiz, corak sehire dogru kosmaya devam ediyor. Caglar boyunca kosuyor ve sonunda duruyor, dusuyor ve bana lanet ediyor. Benden ne kadar nefret ettigini ve onu buraya kadar kovalayarak nelere mal oldugumu haykiriyor. Cok uzun bir sure hiddeti gecmiyor. Sonra biri daha geliyor, bazen bir kadin bazense bir adam. Bazen yasli, bazense genc. Onlar da dagdaki gecide surulduklerini soyluyorlar ve o gecidi yanlislikla gecip, geri donup donemeyeceklerini merak ediyorlar. Dennis her zaman ayni seyi soyluyor: 'Beraber aci cekelim, beraber incitelim.' ve bu kisi Dennis'e kenetlenerek onlara kotu davranan insanlarinin adini haykirarak ve aglayarak canli canli derilerini yuzmek istediklerini soyluyorlar. Her zaman daha fazla kisi geliyor. Ilk basta suzulur gibi fakat Dennis ve ilk kisiye kenetleniyorlar ve kivranarak sagir edici vucut kutlelerine donusuyorlar. Sonunda bulutlara degecek kadar buyuyorlar.
Sonra bir gurultu oluyor, ses siddetli bir sekilde kayiyor ve sayisiz vucut tekrar form alarak korkunc, dehset sacan ve ofke dolu bir surata donusuyor. Herhangi bir depremin yaratabileceginden cok daha buyuk bir hareket var ve kendini aci ve umutsuzluktan yapilma uzantilarla ileri dogru cekiyor. Devrilmeye ve ilerlemeye devam ediyor ve yikilarak, kahredici, apokaliptik sesleri ile gecidin oldugu daga dogru ilerliyorlar. Milyonlarca insandan yapilmis olmasina ragmen iradesi olan tek bir vucutmuscasina tum ofke ve nefret ve intikamiyla ilk bulundugumuz parlak yere dogru ilerliyor. Ilk kisiye kadar icinde olan herkesin icine attigi ofkeyi, lanetlemeyi hissedebilmenin yaninda onun ofkesini de ayrica hissedebiliyordum. Gunahlara neden olan o ofkeleri... Daga kadar uzaniyor ve sonra uyaniyorum.
Bence bu iyiligi cekip alan, kotuluk uzerine kurulmus bir seyin geleceginin habercisi ve bu sey baslamak, hareket etmek uzere olan veya cok uzun zaman once olusmaya baslamis olan bir varlik.

Geldiginde yasayanlarin da olulerden farkli olacagini dusunmuyorum.
-------------
Hikayeler paylasildikca guzel degil mi?

Freeze

18 Ekim 2014 Cumartesi

Birdahaasla

2007 Sonbaharında hayatımıza giren, ve okuyan kitlenin az olmasından dolayı yalnızca 8 sayı çıkmayı başarabilen (ne mutlu ki sekizine de sahibim) KARAKALEM (Sayı 1: Sonbahar) dergisinin düzenlediği (çeviri:Burak Özlüdil) Gustave Dore'nin nefis çizimleriyle Edgar Allen Poe'nun Kuzgun (The Raven) adlı şiirine bir de böyle bakalım:


"Bir daha asla"


Anatkh: Kaçınılmazlık


 Kasvetli bir gece yarısı, düşünürken zayıf, tasalı
Yabansı, tuhaf sesi üzerine eski, unutulmuş bilgilerin,


Ah, çok iyi anımsıyorum, solgun bir aralıktı
Ölen her kor bırakıyordu hayaletini döşemeye ayrı ayrı


Nasıl diledim nasıl, bir sabah olsa; ödünç almak için aradım kitaplarımda
Acının ara verdiği anı boşuna -Yitirdiğim Lenore'un verdiği acı-


Yitirdiğim Lenore'un verdiği acı


O eşsiz, ay yüzlü masum kız, meleklerce konmuştu Lenore adı,
Sonsuzluğa karışan o yitik adı


"Bir ziyaretçi," dedim, "içeri girmeyi diliyor kapısında odamın
Geç kalmış bir ziyaretçi, girmeyi diliyor kapısında odamın


...İşte açtım ardına dek kapımı;
Yalnızca karanlık, başka bir şey değil


Şüpheyle düşledim hiçbir ölümlünün düşünmeye cesaret edemeyeceği düşler:


"Eminim," dedim, "eminim, bu bir şey penceremin kafesindeki;
Bakmalı ne ise oradaki, çözmeli bu sırrı;


Kepengi açınca, gördüm kanat çırpan telaşla,


Geçmişin kutsal günlerinden gelen heybetli bir kuzgun,
Aldırmadan hiç bana, durup dinlenmeden bir dakika,


Tünedi Pallas büstüne, duran kapımın hemen üstünde:
Tünedi ve oturdu, hepsi bu.


Gecenin kıyısından gelen,


Ta ki ben zoraki mırıldanana kadar, "Daha önce diğer arkadaşları uçup gitti;
Yarın o da terk edecek beni, tıpkı uçup giden umutlarım gibi,


Gömüldükçe kadife yastığın içine, gömüldüm


Lambanın aydınlattığı menekşe moru kadife şekilleniyordu ışıkla;
O hiç yaşlanmayacak, ah! Bir daha asla!


"Zavallı," diye bağırdım kendi kendime, "Tanrım gönderdi bu iksiri sana melekleriyle,
İç, kana kana iç bu ilacı, unut artık şu yitik Lenore'un aşkını!"


Korkunun terk etmediği bu evde


-yalvarırım bana doğruyu söyle-
Var mı? Var mı Tur-i Sina'da? -söyle- yalvarırım söyle!"


Söyle bu hüzün dolu ruha, o uzak cenette,
Sarılabilecek miyim, meleklerin Lenore diye adlandırdığı o kutsal kıza?


"Bu sözcük ayrılığımıza işaret olsun kuş ya da iblis!" diye bağırdım.


Geri dön fırtınana, dön gecenin ölüler kıyısındaki diyarına!


Kapalı kaldı ruhum bu kara gölgenin içinde,
Kurtulamayacak - Bir daha asla!


Sfenks'in sırrı


:)

Metnin tamamını merak edenler daha önce yazmış olduğum "Hayalgücü" yazısına bakabilirler.

Sakın büyümeyin, sakın hayal etmekten vazgeçmeyin. Sakın olduğunuz kişiyi değiştirmelerine izin vermeyin... Bunu niye yazdım bilmiyorum ama bu aralar böyle bir ruh hali içerisindeyim. İçimden gelmiş demek ki.

Freeze

1 Ekim 2014 Çarşamba

Kumar üzerine

Çok uzun bir ara sonrasında bu sefer internette çevirisini bulamadığım güzel bir şarkının çevirisi ile yine karşınızdayım. Umarım şarkı da hikayesi hoşunuza gider. Tabii bazı yerlerde kendi yorumumu da katmak zorunda kaldım. (çok değil ama :) )


kaynak:(http://nizhoniwolf.deviantart.com/art/Soul-Poker-45641553)

Chris De Burgh-Spanish Train

http://grooveshark.com/s/Spanish+Train/25nKqU?src=5

İspanyol Treni

Guadalquivir ve yaşlı Saville arasında,
gidip gelmekte olan bir İspanyol treni vardır.
Gecenin en karanlığında bile ıslığını çalar ve
İnsanlar onun hala çalıştığını  duyarlar
ve çocuklarını uykularına geri dönmeleri için sustururlar,
Kapıyı kilitledikten sonra sessizce üst kata çıkarlar.

Söylenene göre o treni,
On bin ölünün ruhu dolduracaktı.

Makinist adamları ile birlikte ölmek üzereydi,
Aileleri ağlıyordu ve ölmeden önce diz çöktüler.
Fakat yataklarının üstünde ölüler için bekleyen
gözleri parıldamakta olan bir Şeytan vardı...
"Tanrı burada değilken neler bulduğuma bir bakın, hepsi benimdir!"

Tam o anda Lord kör edici bir ışık çakmasıyla ortaya çıktı
ve şeytana "Sonsuz geceye defol git!" diye bağırdı.
Şeytan yalnızca sırıttı ve "Günah işlemiş olabilirim, fakat beni aşağılamana gerek yok.
Onları ilk ben gördüm ve bana en kötüsünü yapsan bile: cehenneme gidiyorlar."

"Fakat düşündüm de sana bir şans daha vereceğim."
dedi Şeytan yüzündeki gülümsemeyle.
"Şimdi elindeki aptal mızrağı yere bırak, gerçekten hiç tarzın değil.
Şakacıdır adım ve oyunun ismi poker.
Şuanda bu yatağın üzerinde oynayacağız,
ve bugüne kadar oynanmış en büyük bahis için
Ölülerin ruhları!"

"Lordum, dikkatli ol, yoksa o kazanacak!" dedim sonra...
"Güneş batıyor ve gece kendini gösteriyor.
Tren yakında ölecek ve sırada bir sürü ruh var.
Oh, Lordum! O kazanacak..."

Makinist kartları karıştırdı ve herkese beşer tane dağıttı.
Lord için veya sürmekte olduğu tren için dua ediyordu.
Şeytanın elinde üç as ve papaz vardı
ve Lord ise kent (sıralı) beklemekteydi.
Kız, vale, dokuz ve onlu hepsi maça
Tek ihtiyacı bir sekizliydi ve Lord bir kart daha istedi
ama karo sekizli çekti.
Şeytan Tanrı'nın oğluna "Bence elinde kent var.
Şimdi bana da bir kart ver çünkü zamanı geldi
buranın kralının kim olacağını görmenin..."
Ama konuşurken pelerinin altından kayarcasına bir as çıkardı.
Açılış bahsi on bin ruhtu ve elli bine yükselmişti.
Fakat Lord şeytanın hilesini görmemişti ve
"Bana uyar. Yüz elli bine arttırıyorum
ve günahlarına artık bir son vereceğim."

Şeytan güçlü bir haykırışla bağırdı:
"Benim elim kazandı!"

"Lordum, ah Lordum. Kazanmasına izin verdiniz." dedim sonra.
"Güneş batıyor ve gece kendini gösteriyor.
Tren yakında ölecek ve sırada bir sürü ruh var.
Ah, Lordum! Kazanmasına izin vermeyin."

İspanyol treni hala Guadalquivir ve yaşlı Saville arasında
gidip gelmektedir ve ıslığı gecenin en karanlığında bile duyulur
ve insanlar hala çalışıyor olmasından korkarlar.

Biraz ara verdikten çok sonra, Lord ve Şeytan satranç oynamaktadır.
Şeytan hala hile yapmakta ve daha çok ruh kazanmaktadır.
Lord ise, elinden geleni yapmaktadır.

"Lordum, ah Lordum. Kazanmanız gerek." dedim sonra.
"Güneş batıyor ve gece kendini gösteriyor.
Trenin hala zamanı var, ah sıradaki benim ruhum!
Ah Lordum, kazanmanız gerek..."



Freeze

25 Şubat 2013 Pazartesi

Antalya'nın kötü çocuklarına...

Büyümek üzerine,

Bugün Antalya'da bir günümü eski yıllarıma adadım. Aslında her şey Metallica'nın S&M konserinin dvd'sini almamla başladı. Hayatınızda bazı olayların birbirini tetiklemesi ne garip değil mi?



Heavy metal'den ne kadardır uzak olduğumu düşündüm, hatırlayamadım. Eski hard diskimi çıkarıp kendime AC/DC, Metallica, Megadeth, Black Sabbath, İron Maiden ağırlıklı bir liste hazırladım. Dinlerken eski günlerim aklıma geldi. Hayal kurduğum, özgür olduğum, hayatı istediğim gibi yaşadığım zamanlar. Hiç bir şeyin kaygısını çekmeden cebimde azıcık para bile olsa eğlendiğim zamanlar. Hayatı bir bilgisayar ekranından değil de tozlu sarı sayfalardan takip ettiğimiz zamanlarda...

Ne kadar zamandır tramvaya binmedim hatırlamıyorum, tramvayın ilk durağından kendimi şehrin kollarına bıraktım. Uzun zamandır yapmadığım gibi hiç bir şey umurumda olmadan.


Öylece, aklımda hiç bir şey olmadan etrafı seyrederek, tramvayın sesini dinleyerek, özgürce bir kaç durak ilerledim. Sonra Cumhuriyet meydanında inmeye karar verdim. Ne kadar zamandır buralara gelmiyordum acaba... Lisedeyken yapmayı en sevdiğim şey ara sokaklardaki sahafları dolaşmaktı. Sonsuz kitap arasından istediklerimi çeker çıkarırdım. Bu konuda bir yeteneğim var gibiydi sanki. Hatta yetenekli olduğum tek konu bu muydu? Sahafların bulunduğu ara sokaklara doğru yürümeye başladım. Birincisi, ikincisi, yarım saat geçti. Sonra, tam gelecekte açmayı hayal ettiğim gibi bir tanesine rastladım. Cehennem Melekleri motosiklet kulübü ve Sonny Barger'ın hayatı ve anıları ile ilgili bir kitap buldum. 6.45 yayınlarından 2001 yılı, ilk baskı. Fiyatını sormadan aldım. Zaten 10 lira gibi komik bir fiyattı.


Diğer kitaplara bakmaya devam ettim. Led Zeppelin'in tüm şarkılarının Türkçe çevirisi olan, sayfaları çıkmış bir kitabın ve aynı tarz Queen'le ilgili başka bir kitabın satılık olmadığını öğrenince biraz hayal kırıklığı yaşadım. Aramaya devam ettim. Sahafın sahibi şehrin kötü çocuklarından biri olduğumu anlamış olacak ki bana Henry Miller'dan Oğlak Dönencesi adlı bir kitabı önerdi. Seks manyağı bir adamla ilgili bir kitapmış. Can yayınlarından çıktığı için içinde şöyle sayfalar var:


Hatta şöyle bir kaç tane de var:


Yaşasın sansürcülük! Bu kadar sansürleyecekleri bir kitabı niye basmak isterler hiç anlamam...Kitapta sansür ne olursa olsun çok çirkin bir şey... Her neyse.
Kitabı tam yerine bırakacaktım ki içinde bir kağıt buldum. İçinde ÖSS'ye 2002 yılında girmiş Gülizar .... adlı bir kişinin ÖSS sonucu duruyordu. Fakat kağıdın yarısı düzgünce kesilmiş olduğundan sonucunu göremedim. İkinci el kitap almayı ne kadar da özlemiştim. Bir kız o zamanlarda bu kitabı okuduysa ben niye okumayacaktım ki? Sahaf sahibinin de güzel olduğuna dair önerilerine güvenip onu da aldım. Biraz daha oyalandıktan sonra çıktım. Sonra girdiğim sahaftan ise oldukça zaman alsa da şunları buldum:


Sahafları eskiden beri hep sevdim... Oralar büyülü yerler. Oralarda aslında hiç de büyümediğimi hissediyorum. Özgürlüğü, saflığı hep o kitap kokularının arasında hissediyorum nedense... Son sahaf sahibiyle biraz sohbet ettikten sonra oradan da çıktım. Eskiden 12.000.000 olan dergilerden 4 tanesi 16 liraya aldım. Para birimi bile değişti şu kaç senelik ömrümde. Ama hala içimde büyümeyen asi bir ruh var. İşte bu ruh karnımı acıktırdı. Ortaokuldayken 3 liraya yediğim tepeleme doldurulan izmir sandviçleri aklıma geldi. Kumru, ya da burada denildiği gibi yengen... Ne derseniz işte onlardan. Hiç bilmediğim bir yerde bir tane onlardan ısmarladım. Özgürlüğün tadı çok güzeldi. Kumru'nun da öyle.. Hala çok ucuz ve çok doluydular. Evet, biliyorum sağlıksızdılar, bize özgürlüğümüzün kısıtlanması hakkında dayatılmaya çalışılan fikirler gibi... 

Şimdi ne yapacaktım? İstediğimi yapabilir, canımın çektiği yere gidebilirdim. Siz kendinize bunu en son ne zaman sordunuz? Ne istiyorsunuz? Tam şuanda... Canınız ne istiyor? Peki yapmamak için ne engeliniz var? Yaşadığınız şehrin güzel sokaklarında hiç bir şeyi umursamadan gezdiniz mi? Gezerken suratlarında yorgun bir ifade olan sokak çocuklarını görüp dünyanın eşitsizliğine sövdünüz mü? En son ne zaman?

Biraz deniz kokusu almak istedim. Ve şöyle bir yere gittim:



İki çay içtim ve bir kaç kitap karıştırdım. Yanıma gelen kedileri severek onlara verecek bir şeyim olmamasına üzüldüm. Sonra bir anda denizin ne kadar soğuk ve kumların ne kadar sıcak olduğunu merak ettim. Hiç bu zamanlarda denizin soğukluğunu ölçtünüz mü yoksa sadece soğuk mu dendi size? Ne dediniz? Aklımla soğuk olduğunu anlayabiliyorum mu? Bravo... Peki tam olarak ne kadar soğuk olduğunu kestirebildiniz mi? Vücudunuzda nasıl bir etki yapacağını? Bu düşünceler aklımda dönüp durdu. Su kime göre soğuktu? Niye gitmeyecektim ki? Beni engelleyen ne vardı? Kumsala indim...

Kumsalda benim dışımda dört kişi vardı.

 
Bir balıkçı ile arkadaşı


Köpekleri besleyen bir babanneyle torunu

Bana deliymişçesine baktılar. Çünkü çıplak ayak kumlarda yürüyen bir adamdım. Burada ne arıyordum ki? İşim gücüm yok muydu?

İkisinin de tam ortasında eşyalarımı bırakıp denize gittim. Soğuktu ama nasıl tarif edebilirim ki? Bana göre.. Bana göre kışın denizin olması gerektiğinden daha sıcaktı. Bunca yıldır kandırılmıştım. Lanet olsundu...

Biraz oturdum. Bodom çocuklarına merhaba dedim:


5 Haziran 1960 yılında Finlandi'yanın başkenti Helsinki'nin güney kıyısında ki Espoo'da Bodom gölünde bir cinayet işlenmiştir. Bla bla bla adlı üç gencin öldürülüp bla adlı bir gencin de yaralanmasıyla sonuçlanan bu olay 2005 yılına kadar basındaki popülaritesini korumuş fakat katil bulunamamış falan filan...

1960'dan 2005'e 45 yıl az bile... Üç gencin hayatı...

Kendi hayatımızın ne kadar önemli olduğunun farkında mıyız sizce?

Sonra karavandaki şu insanlara özendim.


Karavanı olan bir insan nasıl mutsuz olurdu ki? Bana gayet mutlu gibi göründüler. Özgürdüler hiç olmazsa. Mutluydular. O kadar.

Bir daha görüşmemek üzere oradaki herkese veda ettim. Denizin soğukluğunu tattıktan sonra havanın daha bir sıcak olduğuna karar verdim. Niye bu kadar sıcaktı ki?

Eve geldikten sonra da son sahafta bulduğum rock'n coke kitapçığına bir göz attım. Giden biri çok eğlenmişti. Belki de kız arkadaşıyla kavga edip kitapçığı bir sahafa satmaya karar vermişti. Belki de bir kavgaya karışmıştı. Kim bilir? Fakat bu kişi o sene şu grupları sahnede izlemişti:

İggy & The Stooges
Rasmus
M.F.Ö
50 Cent
The Orb
Ash
Özlem Tekin
Athena
Kurban

vs..vs... Ne kadar mutsuz olursa olsun 21-22 temmuzda o sene benden daha mutluydu. Buna eminim. Unutma bölümüne bir göz attım.


Prezervatifi yazmamışlar diye düşündüm. Yoksa güneş kremi ve koruyucalar kısmındaki koruyucalarla onu kastetmişlerdi? Güneş kreminden başka koruyucu düşündüm. Aklıma gelmedi. Gülümsedim... Sakın bölümünde cam şişe ve malzemeler diyerek neyi kastettiğini anlamadım. Umursamadım. Fakat bir festivale daha gidecek olursam cam şişe ve malzemeler götürmemeye karar verdim.

İşte kendime adadığım bir günüm böyle geçti ve bu günü unutmamak için sizlerle paylaşmak istedim. Belki içinizdeki özgürlük ateşine bir parça katkım olur diye... İstediğinizi yapın, hayat çok kısa...

Benim de önümde yeni ve zor bir hayat başlıyor. Fakat bugünü hiç unutmayacağım. Çünkü bugün benim için neyin önemli olduğunu anladığım bir gün. Bugün deniz suyunun kışın çok soğuk olduğu kandırmacasını kafamdan attığım gün...

Freeze

9 Şubat 2013 Cumartesi

Olimpos ve Kahramanları-2

Etimos (Hazır), Malista (Peki), eis Machin! (Savaşa!)
Bu kelimeler size tanıdık geliyorsa Age of Mythology'yi en azından bir kaç kere oynamışsınızdır. Age of Empires I,II fanları Age of.. serisinin bu oyununu pek sevmezler nedense. Halbuki oyun mitolojik göndermelerle ve hikayelerle doludur. Mitoloji sevmeyen ve bilmeyen bu arkadaşlar örneğin şehir merkezinden bir kahraman bastıklarında bu kahramanın ismini hatırlayıp: "Anaaa bu Thesus şu şey yapan değil miydi?" Zevkini bir kez olsun yaşamamışlardır. Hatta oyunda seçecekleri çoğu Tanrı'nın ismini bile ilk kez duymuş olabilirler. Bu yüzden oyundan keyif almamalarını anlarım. Fakat mitolojiye ilgi duyan bir insanın bu oyunu sevmemesini anlayamam doğrusu. Eğer mitoloji ile ilgili yazdıklarım hoşunuza gidiyorsa bu oyunu bir oynayın derim ben. Pişman olmazsınız. Hatta size bir mitoloji şarkı listesi hazırladım. Yazıyı okurken dinlersiniz belki. Bu listenin tamamı Age of Mythology oyununun müzikleri, belki oyunu henüz oynamamış olanlar bile oyuna karşı bir sempati kazanabilir çünkü müzikleriyle bile oldukça uğraşılmış bir oyun. :) Buyrun:   http://grooveshark.com/#!/playlist/Mythology/82034982



Eveeet.! Söz verdiğim gibi yazımın ikinci kısmı ile karşınızdayım. Bu yazıda daha çok trajedilere ve kahramanlık hikayelerine göz atacağız. Perseus'tan, Herakles'ten, Orpheus'tan ve daha nicelerinden bahsedeceğiz... Bakalım ilginizi çekebilecek miyiz? :)) ve ilk yazdımda bahsettiğim kitaplardan yine alıntılara yer vereceğim. Bu alıntıları da yine kırmızıya boyayarak belirteceğim. Emeğe saygısızlık olmasın di mi? Öyleyse başlayalım. Tabii ki en sevdiğimden...

Orpheus


Orpheus ve Eurydice. Mitolojideki en hüzünlü hikayelerinden birine sahipler bana göre. Özellikle Neil Gaiman'ın Sandman serisinin 6.kitabı "Fabllar ve Yansımalar" adlı kitabında anlattığı versiyonu çok daha hüzünlüdür. Orpheus adı Argonat'larda geçer ilk olarak fakat ona daha sonra değineceğiz. İlk olarak Orpheus'un kim olduğuna bakalım. Annesinin Calliope olduğu bilinse bile babası hakkında kesin bir bilgi yoktur. Zaten anne ve babası bizi pek de ilgilendirmiyor. Sadece Calliope'nin Homeros'un ilham perisi (Muse) olduğu söylentisi olduğundan belirtmek istedim. Homeros ise bildiğiniz gibi efsaneleri kaleme alan adam. İlyada ve Odysseia isimlerini hepimiz duymuşuzdur.

Orpheus yer yüzünde yaşamış en becerikli müzisyenlerden biriymiş. Öyle ki yeteneğiyle Apollon'u bile yenebileceği söylenirmiş. Liri öylesine kusursuz çalarmış ki hiç kimse müziğinin büyüsüne kapılmaktan kendini alamazmış. Yalnızca faniler değil vahşi havanlar bile onun ezgileriyle sakinleşirmiş. O çalarken kayalıklar bile onun notalarıyla gevşeyip, yumuşarmış.. Hüzünlü bir müzik çaldığı zaman karşısında kalbi paramparça olmayan, ağlamamayı başarabilen hiç kimse bulunmuyormuş. En güçlü savaşçılar bile sanki annesinin karnından yeni doğmuş bir bebekmiş gibi göz yaşlarına boğulurmuş. Öyle sözleri öyle güzel ezgilerle birleştirirmiş ki sanki kendi başınıza gelmişcesine üzülürmüşsünüz. Kimsenin kılına bile zarar vermeyen bir yapıya sahipmiş Orpheus. Zaten bu kadar etkileyici ve kalbe dokunan müzikler yaratabilen birinin her hangi bir varlığı incitebileceğine inanır mısınız? Herkesin savaşçı olduğu bir dönemde bir yerden bir yere yanında tek bir savaşçı olmadan seyahat edebilirmiş. Kılına bile zarar gelmezmiş. Müziği ihtiyacı olan tek şeymiş. Herkesin asıp kestiği bir dönemde ince ruhlu olmasıyla ön plana çıkmış tek efsane Orpheus'tur herhalde. Benim bildiğim bir o var...

Orpheus ve Eurydice birbirlerine sonsuz bir sevgiyle bağlıymış. Zaten bu da bir sevginin hikayesi, tüm büyük trajedilerin içinde çok büyük bir sevgi vardır. Sevgi olmazsa trajedi de olmaz. Amma da duygusallaştım bir anda.. :) ama bir sürü örneği var. Shakespeare okur musunuz? :P ve bu illa ki iki sevgilinin birbirine duyduğu aşk değildir. Bazen babanın kıza duyduğu sevgiden de trajedi çıkabilir. (okuyunuz: Kral Lear)

Herneyse, gevezeliğin sonu--


Orpheus Eurydice'ı o kadar çok seviyordu ki, hisleri üzerine bir şarkı söylerken, ağaçlar baştan aşağı çiçek açıyor, güneş ışıklarıysa zevkten dans ediyorlardı. Müziğinin öyle bir etkisi vardı ki Lir'ini her çalıp şarkı söylediğinde ürkek vahşi yaratıklar, saklandıkları yerden çıkıp onu dinlemeye başlarlardı; ağaçlar daha yakına eğilir,rüzgarlar esmez olurdu. Birbirine sonsuz bir sevgiyle bağlı olan Orpheus ve Eurydice evlenmeye karar verdiler. Düğünde herkes gönlünce içti ve eğlendi. Orpheus güzel müziğiyle konuklarını eğlendirdi. O gün dünya üzerinde hiç bir insanın Orpheus kadar mutlu olmadığı yazılır. 

Neil Gaiman'ın Fabllar ve yansımalarından

Fakat felaketler düğünün hemen ardından bir kabus gibi üzerlerine çöktü. Düğünden kısa süre sonra Eurydice arkadaşları ile dolaştığı sırada çoban Aristaios onu görmüş ve güzelliğinden etkilenip yakınlaşmak(!) istemiş. Eurydice ondan kaçarken çayırdaki yılana basmış, yılan ise onu sokarak öldürmüştü. Orpheus teskin edilemez bir haldeydi. "Bu onun başına gelmek zorunda mıydı?" diye hıçkırdı. "Neden şimdi? Daha hayatımıza yeni başlamıştık." 

Ama merak etmeyin. Bu mızmız bir adamın efsanesi değil. Bu cesur ve yürekli bir adamın efsanesi.

Eurydice'ın mezarında yeterince yas tuttuktan sonra, duyduğu kederin şarkısını havayı soluyan tüm canlılara dinletti fakat bunun faydasız olduğunu görünce sevgilisi Eurydice'ı Hades'in elinden kurtarmak için yeraltına inmeye karar verdi ve yürümeye başladı. Gece ve gündüz durmadan haftalarca yürüdü, ta ki içinde durgun bir su olan bir mağara bulana kadar. Bu mağara Taenarus burnu yakınlarındaydı. (Kaynak:Klasik Yunan ve Roma Mitolojisi: Thomas Bulfince) Taenarus'u biraz araştırdım, şuanda Yunanistan'da Akra Tainaron denilen bir yere denk geliyor.























İşte buralarda bir yerlerde.

El değmemiş duruyor. Dünya'yı gezmek harika bir şey, değil mi? :)

Şimdi Neil Gaiman'dan bir kare ile size Taenarus'u göstereyim.


















Bundan 3 sonuç çıkıyor.
1-Neil Gaiman mitolojiyi çok iyi biliyor ve araştırmış.
2-Size anlatırken kullandığım kaynaklar güvenilir.
3-Doğru yoldayız :]

Amma da övündüm. :P

Hikayemize devam edelim.

Mağarada kadim bir peri yaşamaktaydı. Orpheus'u liriyle gören peri onu hemen tanıdı ve Orpheus'tan bir şarkı çalmasını istedi. Orpheus periye Eurydice'ın ani ölümünden duyduğu, onu perişan eden üzüntüyle ilgili bir şarkı söyledi ve "Onu geri almak için yeraltı dünyasına gitmem gerek." dedi. Gözleri yaşlarla buğulanan peri, hiçbir şey demeden, mağaranın arka tarafındaki küçük deliği gösterdi. Orpheus başıyla teşekkür etti ve karanlık tünele girdi. Tünel, sarmal şeklinde aşağı iniyordu ve Orpheus kapkaranlık olmasına rağmen tünelin çıktığı yeri bulabilmek için cesurca yürüdü. Tünel o kadar karanlıklaştı ki Orpheus elini yüzüne yaklaştırdığında elini bile göremiyordu. Sonunda tünel , içinde taş zemine damlayan ve tuhaf şekilde yankılanan, birtakım dev sarkıtların olduğu büyük bir mağaraya dönüştü. Mağaranın içinden yeraltı suyu akıyordu ve kıyısında, içinde karanlık bitkin birinin oturduğu bir bot yüzüyordu.
Bu kişi ölüleri Styx nehrinden taşımakla görevli olan Charon'du. Charon ölüleri bir altın karşılığında Styx nehrinde karşıdan karşıya geçirirdi. Eskilerde ölülerin gözlerine veya ağzına altın koyma geleneği bu inanıştan kaynaklanır. İnanışa göre Hades'in diyarında hem "Elysium" denilen cennet ki buna Persephone hükmederdi, hem de "Tartaros" denilen cehennem bulunurdu. Yani ruh o nehirden geçmek zorundaydı. Tabii ki bu nehirden sadece ölüler geçebilirdi.


Charon Orpheus'u gördüğünde şaşkınlıkla fakat taş gibi sert bir ifadeyle: "Burada ne yapıyorsun? Ben sadece ölüleri taşırım" dedi. "Karım çok kısa bir önce öldü. Buraya onu geri almaya geldim." dedi Orpheus. Charon ona şüpheyle baktı: "Yeraltı dünyasına gidiş tek yöndür. Ölüleri oradan çıkarıp yaşayanlar dünyasına geri götüremezsin. Bu imkansız." Orpheus sakin bir şekilde cevap verdi. "Yapmam lazım. Onsuz yaşayamam." "İnsanlar sürekli sevdikleri birini kaybedeler, bu her zaman böyle olmuştur." diye cevap verdi Charon. "Buradaki diğer insanların sevdikleri yok mu zannediyorsun? Kendini şanslı hissetmelisin. Hiç olmazsa ölü değilsin." dedi Charon duygusuzca. "Anlamıyorsun." dedi Orpheus ve eline lir'ini alarak şarkı söylemeye başladı. Şarkısında Eurydice'ye olan aşkından ve onu nasıl kaybettiğinden bahsediyordu. Gölgemsi ölüler döndüler ve şarkı söylerken Orpheus'u dinlediler. Müzik o kadar hüzünlüydü ki, kalplerine dokunmuştu; gözleri yaşlarla dolan ölüler, en öne geçmesi için ona yer açtılar. Charon bile, ki kalbi bir mermer gibi sert ve soğuktu, elleriyle gözlerini silerek: "Sandala bin." dedi sert bir şekilde. Canlı bir beden, bir düzine ölü bir ruhtan daha ağırdır; onun için Charon, Orpheus'u nehrin öbür yakasına tek başına götürmek zorunda kaldı. Lir'ine sımsıkı sarılmış, hiç konuşmayan Orpheus'a bakarak sakin suda küreklerini yavaşça çekti.


Böylece karşıya geçtiler ve Charon sessizce geri döndü. Karşı kıyıya adımını attığı anda Hades'in en sevdiği yaratığı, yeraltı dünyasının bekçisi üç başlı bir köpek olan Cerberus ile karşılaştı.


Cerberus çok hırçın bir yaratıktı. Orpheus'u görünce çok kızdı çünkü görevi yeraltı dünyasının kapılarını korumaktı fakat Orpheus'un müziğinin en vahşi yaratıkları bile uysallaştırdığından bahsetmiştim. Orpheus acısını Cerberus'la paylaştı ve hüzünlü şarkısını Cerberus için söyledi. Canavara, Eurydice için olan aşkını, onun ne kadar narin ve tatlı olduğunu, evlendikten sonra onu nasıl hemen kaybettiğini ve hayatın nasıl anlamsızlaştığını anlatan bir şarkı söyledi. O kadar hüzünlü söylüyordu ki Cerberus'un kan çanağına dönmüş 6 gözü de yaşlarla doldu ve ayaklarına yatıp şefkat dolu bir sesle inlemeye başladı. Böylece Cerberus'u kandırabilen 3 kişiden birisi oldu. :) diğerlerine daha sonra değineceğiz zaten.


Orpheus yer altının kralı Hades ve eşi Persephone'yi bulana kadar yürüdü. Etrafı Elysium'un bahçelerine mi, yoksa Tartarus'un karanlığına mı gideceğini merak eden yüz binlerce ruh ile doluydu. Tüm ruhlar onun burada ne aradığını merak ediyordu.


Dolaşan hayaletler kalabalığını geçerek Hades ve Persephone'nin huzuruna çıktı. Etrafında biriken ölüler hayretle Orpheus'un teninin sıcaklığını hissederek onu dokunmaya çalışıyorlardı. Orpheus ürktü fakat çekilmedi. "Onu rahat bırakın!" dedi Hades.  Orpheus Tanrı'ya teşekkürlerini sundu. Sonra şu sözleri söyledi:
"Ey biz yaşayanların bir gün mutlaka yanına geleceği yeraltı tanrıları, kulak verin söyleyeceklerime çünkü hepsi gerçektir. buraya ne size Tartaros'un sırlarını söylemeye ne de kapıdaki üç başlı köpeğe gücümü göstermeye geldim. Karımı aramak için buradayım. Hayatının baharında zehirli bir yılanın ısırığıyla nihai bir sona vardı ömrü. Beni buraya aşkım getirdi. Aşk ki, yeryüzünde yaşayan herkes üzerinde gücü olan bir tanrıdır ve eğer eski gelenekler doğruyu söylüyorsa burada da hükmü olmalı onun. Bu dehşet ülkesi, sessizliğin ve yaratılmamışların bu krallığı adına sizlere yalvarıyorum, Eurydice'nin kopan yaşam bağını tekrar birleştirin. Sizler bizim kaderimizsiniz. er ya da geç sizin ülkenize geleceğiz. Vadesini doldurduğundan karım da bu kanuna uyacak ve size ait olacak. Ama o zamana kadar, size yalvarırım onu bana bağışlayın. Kabul etmezseniz de tek başıma dönemem. O zaman ikimizin de ölümü olur zaferiniz.  (Kaynak:Klasik Yunan ve Roma Mitolojisi: Thomas Bulfince)

Zaten Orpheus ölüler diyarına adımını atar atmaz Orpheus'un ne için geldiğini anlamıştı Hades çünkü o bir Tanrı'ydı. Persephone soğuk bir kahkaha attı. "Onu geri alabileceğini de nereden çıkardın?" dedi. Orpheus: "Onsuz yaşayamam. Bu korkunç bir hata olmalı." dedi. Hades ve Persephone başını iki yana salladılar. "Hata değildi." dedi Hades."Bize bir şarkı mı çalacaksın?"
Böylece Orpheus şarkısını çalmaya başladı.


O dokunaklı ezgileri söylerken hayaletler bile gözyaşı dökmüştü. Tantalus bile susuzluğuna rağmen su aramayı bırakmıştı, İksion'un çarkı bile durdu. Akbabalar devin karaciğerini yemeyi kesti. Danaos'un kızları kalburdan su geçirme işlerine ara verdi, hatta Sisyphos bile taşıdığı kayanın üzerine oturup Orpheus'u dinlemeye başladı.
(Bu kişilerin kim olduklarını Orpheus konu başlığının en altında kısaca değineceğim fakat çok da önemli değil. Yalnızca suçları yüzünden cezalandırılan kişiler olduğunu bilin şimdilik. )


Bu arada bu cümleleri Thomas Bullfince'in kitabından aynen aldım ve Neil Gaiman'ın da aynı cümleleri kullandığını görünce şaşırıyorum doğrusu. ya aynı kaynağı kullanıyoruz ya da bu kaynak Neil Gaiman'ın etkisinde yazılmış. :P)

Herneyse hikayeyi fazla dağıtmayalım.

Yeraltında istisnasız her varlık ağlayana kadar Orpheus şarkısına devam etti. Sonunda dayanamayan Persephone: "Furia'ları bile ağlattın Orpheus. Bu görülmüş bir şey değildir. Bu yüzden seni asla bağışlamayacaklar" dedi. Müzikten Hades bile etkilenmişti. Persephone'yi geri vermeye razı olmasa bile Orpheus yeraltının düzenini bozuyordu. "Genellikle gerçekleşmiş bir şeyi geri döndürmeyiz. Bu ister bir iş olsun, ister bir ölüm. Bu konuda tek bir istisna yapacağız. Fakat bazı kurallar var." 

Kurallar her zaman vardır.

"Yeryüzüne çıkana kadar bir kez bile olsun arkana dönüp bakmayacaksın. Sen önden gideceksin, Eurydice peşinden gelecek. Arkana bir kez olsun dönüp bakarsan karını sonsuza dek kaybedeceksin. Anlaştık mı?" dedi Hades. "Anlaştık." dedi Orpheus. "Şimdi git. Eurydice arkanda olacak." dedi Hades.

Böylece Orpheus yürümeye başladı. Ruhlar ona yol açıyordu. Önce Hades ve Persephone'nin sarayından çıktı. Charon onu Styx'in karşısına geçirdi tekrar. Eurydice o kadar hafifti ki, Orpheus bota binip binmediğini anlayamadı. Yeryüzüne ulaşabilmesi için günlerce yürümesi gerekliydi. İlk başlarda arkasına bakmasa da yol aldıkça arkasına bakmak için karşı koyulmaz bir istek duydu Orpheus. Arkasından gelen hiç bir ses duymuyordu. Ne bir ayak sesi, ne bir sürtünme. Bu sessizlik onun içini kemiriyordu. Hades'in kendine kötü bir oyun oynadığından şüphelenmeye başladı ama yine de kendini tuttu. Yeryüzünün ilk ışıklarını görene kadar yürümeye devam etti. En sonunda incecik bir güneş ışığı gördü ve çıkışa geldiğini anladı. Orpheus bir ses duyabilmek için kulak kesildi fakat hala tek duyabildiği kendi ayak sesi, sarkıtların damlaması ve kendi peleriniydi. Tek başına olduğu şüphesi içten içe onu kemirmişti. Yer altı dünyasından bir kez yalnız başına ayrılırsa bir daha geri dönemeyeceğini biliyordu.ve dayanamadı. Arkasına baktı.

Eurydice'ın ruhu görülmeyen güçler tarafından geriye çekildi. Eurydice sonsuza dek gitmişti ve Orpheus'un artık yapabileceği hiç birşey yoktu. 

:(

Hikayenin sonu maalesef bu da değil. Geri dönmeye çalıştıysa da Charon onun dönmesine izin vermemiş. Orpheus yedi gün yedi gece boyunca hiç bir şey yiyip içmeden yeraltı dünyasının girişinde beklemiş fakat hiç bir şey olmamış. Sonra acı içinde yeraltı tanrısının güçlerinin zalimliğini suçlamış. Şarkılarıyla dağlara ve kayalıklara yakınmış. O günden sonra bu talihsizliğini aklında sürekli yaşatarak tüm kadınlardan uzak durdu. Eurydice'nin Dionyssos'a tapan arkadaşları ise Orpheus'un arkasına dönüp bakmasına kızgınlık içerisindelermiş. Orpheus'un daha sonradan hiç bir kadınla birlikte olmaması ayrıca rakibi ve tam zıddı olan Apollon'a tapması Dionyssos'un dikkatini çekmiş ve onu iyice sinirlendirmiş. Yaşadığı mağarada onu bulmuş ve mainadları oraya göndermiş. Mainad'ları hatırlıyorsunuz değil mi? (Bkz:Olimpos ve Kahramanları-I) Sarhoşluk ve delilik nöbeti içerisinde olan mainad'ların çığlıkları o kadar yüksekmiş ki Orpheus'un müziğini duymamışlar. Çıldıran kadınlar Orpheus'u paramparça etmişler. Başını ve lirini ise Hebrus nehrine fırlatmışlar.


Orpheus'un suda yüzen başı hala acıklı bir şarkı mırıldanıyor, nehir kıyıları ağlamaklı bir senfoni ile ona karşılık veriyordu. Musa'lar (Muse diye geçiyor fakat İlyada'da bile Musa diye çevrilmiş.) Orpheus'un vücudunun parçalarını bulup onu Libethra'ya gömmüşler. Onun mezarı başındakiler kadar tatlı şakıyan bülbüller olmadığı söylenir. Orpheus'un hikayesi Alexander Pope'a Ode for St. Cecilia's Day şiiri için ilham vermiştir. Aşağıdaki dörtlük hikayenin sonunu anlatıyor. Aslını dinlemek isteyenler için :

 http://www.youtube.com/watch?v=3mj2-bmUvFQ (4.03'te başlıyor.)
http://allpoetry.com/poem/8448553-Ode_on_St._Cecilias_Day-by-Alexander_Pope (6.dörtlük)

Ama erken, çok erken çevirdi aşık gözlerini;
Ve kız tekrar düştü, tekrar öldü, öldü!
Ne yapacaksınız şimdi ölümcül kız kardeşler?
Suç sende değildi, eğer suç değilse sevmek.
Şimdi yüksek dağların altında,
Çağlayanların yanı başında,
Ya da Hebrus'un dolaştığı yerlerde,
Dolambaçlı yollarda,
Yapayalnız, inliyor,
Ve hayaletini çağırıyor,
Sonsuza dek, sonsuza dek kayıp!
Şimdi çevrili etrafı Furia'larla,
Çaresiz, aklı karışık,
Üşüyor, heyecanlanıyor,
Rhodope'nin karları arasında.
Bak, uçuyor çöller üzerinde rüzgarlar gibi vahşi;
Dinle! Haimos yankılanıyor Bakkha'ların çığlıklarıyla,
Ah, bak, ölüyor!
Ama ölümünde bile Eurydice'nin şarkısını söylüyor,
Eurydice dilinde titriyor onun
Eurydice, ormanlar
Eurydice, yağmurlar,
Eurydice diye çınlıyor kayalar ve oyuk dağlar.


Böylece hikayemiz sonlanıyor. Orpheus ölünce ne olduğu ise belirsiz. Bazı kaynaklarda Eurydice'ye kavuştuğu yazsa da bazı kaynaklarda Hades'le yaptığı anlaşma yüzünden bir daha Eurydice'ye kavuşamadığını söylüyor. Gelin hep beraber sonunun iyi bittiğine inanalım olmaz mı? :) Bunun en farklı yorumunu Neil Gaiman yapmış. Bir okuyun bence. Unutmayın: Fabllar ve Yansımalar'da. Fakat oradaki her karakteri tanımak için üşenmeyin ilkinden itibaren başlayın. Fabllar ve Yansımalar 6.kitap çünkü.

Bu arada daha bu yazıyı yazmadan önce geçen gün Ankara'dayken Milli Kütüphane'ye gelmeden önce şunu gördüm. Resmini çektim.


Sonra neden ait olduğu topraklara geri dönmüş diye araştırdım. Çünkü şu anki mezarı Bulgaristan'da:


Hatırlarsanız ölünce kafası Hebrus nehrinden karşıya  kadar sürüklenmiş. Hebrus nehri de Bulgaristan'ın orada. Mezarı da orada zaten.


Çok garip. Onca araştırmamda Orpheus'un Türkiye ile olan herhangi bir bağlantısını göremedim. Haberlere bakarsanız Orpheus mozaiği şu anda İstanbul Arkeoloji müzesinde sergilenmekte de olsa restorasyonu bitince Şanlı Urfa'ya gönderilecekmiş. ( Kaynak: http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/12/08/orpheus.mozaigini.ertugrul.gunay.tanitti/687780.0/index.html ) Tabii bu benim kafamda neden Urfa? diye bir soru oluşturdu. Bunu araştırırken bir yerde şöyle bir şey okudum: Orpheus'un müzik eğitimi aldığı yer Urfa'ymış. Eski zamanlarda Urfa'da müzik çok büyük önem taşıyormuş. Urfa ismini de Orpheus'un bozulmasıyla almış. Türkçe kaynaklarda Orpheus, Orfe olarak yazılıyor.

Doğrudur demiyorum. Fakat ilginç olduğunu kabul edelim. Bu konuda daha çok bilgisi olan varsa beni aydınlatsın lütfen. :) 

Orpheus Mozaiği'nin Şanlıurfa yakınlarındaki tarihi Roma kenti Edessa'da bir binanın yer dekorunda kullanıldığı tahmin ediliyor. 

Haberdeki bu cümle beni daha çok tatmin etti açıkçası.

İşte böyle... 

Şimdi söz verdiğim gibi çok kısaca Tantalus, İksion, Danaos ve Sisyphos'un kim olduğuna bakalım. Bu insanlar Yunanistan'ın klasik anti kahramanları.

İksion: Selanik Lapitlerinin Kralı İxion, dolandırıcı ve güvenilmez biriydi. Eioneus'un kızı Dia'yla evlenmek üzere onu kaçırır ve başlık parasını kızın babasına düğüne geldiğinde vermeyi kabul eder, fakat başlık parası o kadar yüksektir ki İxion Eioneus için zalim bir tuzak hazırlar. Sarayın yakınlarında bir çukur kazar ve içini odunla doldurarak yakar. Hiç birşeyden şüphelenmeyen Eioneus'u da içine iter. Bu rezaletin ardından İxion akrabasını öldürmek suçundan tüm ölümlüler tarafından dışlanır. Çünkü konukseverlik eski zamanlarda çok önemli bir yer tutardı. Konuğuna saygısızlık edenlere çok büyük cezalar verilirdi. Ancak bir nedenle Zeus ona acır ve Olympos dağında bir ziyafete davet eder. İxion Tanrıların arasında bile terbiye sınırlarını aşar ve Zeus'un eşi olan Hera'yı taciz etmeye çalışır. Zeus karısının namusuna göz dikmekle suçladığı İxion'u sonsuza kadar dönen bir tekere bağlayarak cezalandırır.


Sisyphos: Yeryüzünde işlediği suçlardan dolayı bunlara akrabalarını da öldürmek dahil yeraltına sürülür(ölmeden). Yeraltında fanilik tanrısı Thanatos'u zincire vurmaya çalışır. Karısına ölünce kendini usulüne uygun gömmemesini emreder. Gerçekten öldüğü zaman karısı onu usülüne göre gömmez. Usülsüzlüğü sevmeyen Hades ise onun usülüne göre gömülmesinden emin olmak ister ve Sisyphos'u yeryüzüne gönderir. Sisyphos yer altına geri gelmeyi reddeder. Kendisini ölümsüz kılmayı başarabiliceğini sanması yüzünden cezalandırılır ve çok ağır bir kayayı bir dağın tepesine çıkarmakla yükümlendirilir. Tam çıkarmak üzereyken onu rahatsız eden kuşlar yüzünden kayayı en aşağı düşürür ve bu sonsuza dek böyle sürer.



Tantalus: Zeus'un oğullarından biri. Zeus'un oğlu olduğu için sık sık Tanrı'lar arasındaki ziyafete katılırdı. Ölü oğlundan yaptığı iğrenç bir yemeği Tanrı'lara sunarak onları çok kızdırdı. Böylece sonsuza kadar uzanabileceği bir yerde duran nefis meyveler olmasına rağmen aç ve susuz kalarak cezalandırıldı.


Danaus'un kızları: Baba Danaus zorla evlendirilen kızlarının hepsine bir iğne vererek kızlarına kocalarını öldürmelerini emreder. Kızlarının biri dışında hepsi bu emri yerine getirir ve ölümlerinden sonra altı delik bir kazana sonsuza dek su doldurmakla cezalandırılırlar.


Tityos: Leto'ya (Artemis ve Apollon'un annesi, babaları ise Zeus) tecavüz etmeye çalışan Tityos, çocukları Artemis ve Apollon tarafından katledilir. Ölen Tityos'u Zeus bir taşa bağlar ve bir kartal (Zeus'un simgesi) her gün gelerek ciğerini yer. Her gece Tityos'un yaraları iyileşir fakat her gün kartal geri gelecektir. Bu ceza aynı ateşi Tanrı'lardan çalarak insanlara götüren Titan Prometheus'a verdiği cezaya benzemektedir.



Böylelikle Yunan mitolojisindeki anti-kahramanlardan bazılarına da bir göz atmış olduk ;)

Bu hikayeyi beğenmediyseniz eğer diğerlerini biraz daha eğlenceli bulabilirsiniz çünkü sırada vurup kıranlar var :) Sonuçta herkes trajediyi sevmiyor olabilir ama mitolojiyle trajedi çok iç içe... Sıradaa Perseus var.!

Perseus


Yunan kahramanlarının en büyüklerinden biri olan Perseus, Zeus'la Argos Kralı Akrisius'un kızları Danae'nin oğludur. Efsaneye göre Zeus Danae'nin yanına altın bir duş olarak sızar ve onu baştan çıkarır. Aşağıdaki resimde Zeus ve altınlara dikkat edelim.



Bir kehanete göre Akrisius'u kızının oğlu öldürecektir ve bu yüzden Akrisius, Perseus ve annesini bir sandığa kilitleyip onları denize atar. Öldürmeye yüreği el vermemiş olsa gerek.. Sandık Seriphos adasına kadar ulaşır. Nedense ben bu yer ve yol konularına çok takılıyorum.

Sanki herşey çok mantıklıymış gibi :D Şuna bir bakalım.























Arada yaklaşık 90 kilometre falan var. Batmamaları bir yana sandığın hava aldığını da düşünüyoruz tabi üstü delik olsun :P anne 50 kilo Perseus ise 3 kilo olsun. Sandık da bir 20 kilo olsa. 73 kilo ile saatte 3 kilometre yol alsalar ki insanın yürüme hızı 5, 30 saat aç susuz yaşamak için normal bir süre değil mi? Demek ki neymiş adamlar bol keseden sıkış yapmıyorlarmış. Hiç olmazsa mitolojilerde mantıklı kısımlar da var diyelim ve yılan saçlı Medusa'dan bahsedelim :P İyiymiş...

Seriphos adasında, kral Polydectes tarafından kurtarılmış Perseus ve annesi. Perseus'u da kral Polydectes büyütmüş. Bu noktadan sonra yaptığım araştırmalar beni fazla tatmin etmedi çünkü her kaynakta ayrı bir şey yazıyor. Çok fazla versiyonu var. Yine de bunları düzenlemeye çalıştım.

Kral Polydectes'e ihtiyatsızca övünen Perseus, üç canavar Gorgonlardan birinin kafasını keseceğini söyler. Polydektes ise onun bu şişinmesine dayanak göstermesini isteyince insanları taşa çeviren ve Polydektes'in krallığına bela olan Medusa'yı öldürmeye karar verir çünkü Gorgon'lar arasında yalnızca Medusa ölümlüdür. Diğer iki kardeş ise ölümsüzdür.

Size bunları da anlatırken vikipedi'yi de kontrol ediyorum gözümden kaçan bir şey var mı diye şuana kadar olmamıştı fakat Medusa hakkında vikipedi'ye yazan arkadaş o kadar güzel yazmış ki kaynak bile göstermiş. O yüzden yazan arkadaşa teşekkür edip sizi bu bilgilerle baş başa bırakıyorum.

-Alıntı Başlangıcı-

Kainatın, Tanrılar tarafından bölüşüldüğü çağlarda, Medusa adında güzelliğiyle herkesi kıskandıran, aynı zamanda bütün tanrıları kendisine aşık eden bir kız yaşarmış. Medusa o kadar güzel bir kızmış ki yeryüzünde güzelliğiyle ona rakip olabilecek başka bir kadın bulmak mümkün değilmiş. Bu yüzden derlermiş ki; yeryüzünde bütün kadınlar bu güzelliği yüzünden Medusa'yı kıskanırmış. İşte bu güzel Medusa kendisine Tanrılara adamış ve iki kız kardeşi ile birlikte baş Tanrı Zeus'un en sevdiği kızı zeka Tanrıçası Athena'ya ait bir tapınakta yaşarmış. Phorkus ve Keto'nun kızları olan bu üç kız kardeşten Medusa'nın haricinde diğer ikisi ölümsüzmüş. Kendi tapınağında yaşayan bu güzel kızı gören Athena da kızın güzelliğinden etkilenmiş ama kendisini daha güzel ve çok daha zeki bulduğu için de pek fazla önemsememiş. Athena, Baştanrı Zeus'un kardeşi olan denizlerin efendisi büyük Poseidon ile birlikteymiş. Güçlü ve ölümsüz, büyük Tanrı Poseidon da Athena'nın tapınağında yaşayan bu güzeller güzeli kızın farkındaymış ama Athena'yla birlikte olduğu için gizliyormuş ona olan ilgisini. Bir gün Athena her şeyi bilen baş Tanrı Zeus'un izniyle öğrenmiş Poseidon'un,Medusa'ya karşı ilgisini. Poseidon bunu şiddetle reddetmiş ve Tanrıça Athena'ya da yeryüzü ve gökyüzünde ondan daha güzel ve alımlı hiçbir canlının olmadığı üzerine yeminler etmiş. Athena da Poseidon'un bu söylediklerine inanarak olayı çok fazla büyütmemiş.Poseidon Athena'ya öyle demiş demesine ancak yine de bir türlü çıkaramıyormuş aklından dünyalar güzeli Medusa'yı.
Medusa tutkusu yüzünden Poseidon aklını kaçıracak gibi oluyormuş. Sonunda denizlerin büyük tanrısı bu tutkusuna yenik düşmüş ve bir gün gizlice girdiği sevgilisi Athena'nın tapınağında, güzeller güzeli Medusa'ya zorla sahip olmuş. Dünyalar güzeli Medusa harap bir halde tapınakta kalmaya devam ediyormuş ama bu olayı Athena'nın duyması da fazla zaman almamış. Athena, güçlü Poseidon'un bu yaptığı karşısında kendisini aşağılanmış hissetmiş. Bu hissi önce derin bir kıskançlığa, sonra da büyük bir sinire dönüşmüş. Öyle hiddetlenmiş,öyle hiddetlenmiş ki Medusa'yı çok acı bir şekilde cezalandırmaya karar vermiş ve kendi kendine demiş ki "Öyle birden öldürmeyeceğim onu ve kardeşlerini, onlara da önce büyük acılar çektirmeliyim.Tıpkı benim çektiğim gibi."Ve bu sinirle Medusa ve kız kardeşlerini birer ifrite çevirivermiş. Dünyalar güzeli Medusa ve kız kardeşlerinin artık yüzleri o kadar çirkinmiş ki kimse bakmaya tahammül bile edemiyormuş. Medusa'nın gören herkesi bir mecnuna çeviren, en ufak bir yelde bile bütün telleri havalanan o güzelim saçlarının her bir teli bir yılana dönüşmüş. Bununla da yatışmayan Athena'nın siniri Medusa'ya yine de bakmaya çalışan herkesi o bakışların taşa çevirmesini sağlamış.

-Alıntı Sonu-


Bu noktaya kadar doğru, bundan sonrasını ben devralıyorum.

Athena Gorgon'lara o kadar öfkeliymiş ki Perseus'un onu öldürmek istediğini öğrenince ona yardım etmeye gönüllü olmuş. Çünkü ona verdiği cezalardan dolayı Poseidon ona o kadar kızgınmış ki onu direk kendi öldürmeyi göze alamamış. Zaten şuana kadar da hiç bir Tanrı'nın direkt olarak birini öldürdüğüne şahit olmadık. Yalnızca ceza veriyorlar veya öldürmek için birilerini gönderiyorlar.

Zeus'un çok sevdiği oğlu için Hermes de yardıma koşmuş. Perseus Medusa'yı nerede bulabileceğini bile bilmemekteymiş. Hermes ona Gorgon'ların mağarasını koruyan üç Graia'dan bahsetmiş. Üç kızkardeş olan Graia'nın paylaştıkları tek bir göz ve tek bir dişleri varmış. Hızlı seyahat edebilmesi için ona kanatlı sandaletlerinin aynısından veren Hermes Graia'ların mağarasının yerini de söylemiş. Athena ise bu yolculuğunda ona yardımcı olması için Hades'in görünmezlik miğferini ve kalkanını Perseus'a vermiş. Graia'ların mağarasına girerek tek gözlerini çalan Perseus, Graia'ları sahip oldukları tek gözü yok etmekle tehdit ederek Gorgon'ların mağarasının yerini öğrenmeyi başarmış. 



Bu şekilde Gorgon'ların mağarasının yerini öğrenen Perseus yola koyulmuş. Hermes'in sandaletleriyle birlikte oraya gitmesi çok da uzun sürmemiş. Hades'in görünmezlik miğferini de takan Perseus mağaranın girişinde çıt bile çıkartmamaya dikkat ederek Medusa'ya yaklaşmış. İlerledikçe taşa dönüşen savaşçı heykellerini görmüş. Yüzlerinde korkunç bir dehşetin ifadesi varmış. Sonra Medusa'yla göz göze gelmemesi gerektiğini hatırlamış ve mağaranın loş ışığında Athena'nın kalkanının yansımasına bakarak ilerlemeye devam etmiş. Medusa'yı uyurken bulmuş. Uyuyan Medusa'nın boynunu kesebilmek için kılıcını savuran Perseus, Medusa'yı ıskalamış çünkü kalkanının yansımasından baktığı için mesafeyi tam kestirememiş. Kılıç Medusa'nın o kadar yakınından geçmiş ki rüzgarını hissederek hemen uyanmış ve neler olduğunu anlamaya çalışmış. Orada biri olduğundan eminmiş fakat Perseus'u Hades'in miğferi yüzünden görememiş. Medusa Perseus'u ararken ikinci bir fırsat kollayan Perseus kılıcını tekrar salladığında Medusa'nın kafasını kesmeyi başarmış. Bu şekilde Medusa'yı öldürmüş.

Şimdi size Floransa'da Medici Kalesinin önünde bulunan bir heykeli göstereceğim. Biz gittiğimiz sırada kim olduğunu anlamamıştık fakat yaptığım bu araştırmadan sonra gayet iyi anladım. Demek ki neymiş çok gezen değil çok okuyan bilirmiş... Ya... Umarım siz de bir gün gitme şansı bulursunuz. Gerçekten çok güzel yerler...Gidip de bu heykeli görürseniz eğer beni hatırlayın :P


Kim bu? :P

Rönesans'ın başladığı şehir olan Floransa o kadar mitolojiyle iç içe ki anlatamam. Ancak bir dükkandan çektiğimiz resimleri gösterirsem anlarsınız. Bu arada Romalıların Yunan Tanrı'larını aynen alıp isimlerini değiştirmelerini sonra tartışacağız. Bir ipucu vereyim. Ares-Mars? Aphrodite-Venüs? Hera-Juno? vs vs...



Resimdeki Poseidon'u bulun :P

Alttan ikinci raf sol taraf mı dediniz? Ne çabuk? :(


Hazır Medusa'dan bahsetmişken şansınıza bakın bu haftaki Penguen'den Selçuk Erdem ne çizmiş?


Seviyorum bu adamı ya. Neyse, bu kadar ara yeter :) Hikayemize devam edelim. 

Perseus Medusa'nın başını kestikten sonra onu Athena'nın verdiği deriden bir kılıfa koyarak yanına almış. Bu arada kaynaklara göre farklılık gösteriyor fakat Medusa öldüğü zaman Poseidon'dan hamileymiş ve Pegasus bu şekilde oluşmuş. (bazı kaynaklarda kafasındaki yaradan damlayan kanlardan oluştuğu yazıyor.) Perseus eve dönüş yolunda Pegasus'un yardımıyla ilerlerken bir taşa bağlı olan ve kurban edilmek üzere olan Andromeda ile karşılaşır.


Kaynakların görüş ayrılıklarından birisi de burada. Bazıları Hermes'in sandaletleriyle kurtardığını bazıları ise Pegasus'la kurtardığını söylüyor. Ben Pegasus'u tercih ettim. Peki Andromeda neden kurban edilmektedir? Kral Cepheus'un karısı Cassiopeia kızının (Andromeda) güzelliğiyle o kadar fazla övünür ki Andromeda'nın deniz perilerinden bile daha güzel olduğunu söyler durur. Bu hareketlere çok kızan Poseidon kralı dehşete boğmak için bir deniz canavarı göndermiştir ve söz konusu canavar yalnızca Andromeda kurban verilirse tatmin olacaktır. Tam bu sırada Perseus Medusa'nın başını kullanarak canavarı taşa dönüştürür ve Andromeda'yı kurtarır. Andromeda'ya aşık olur ve ona evlenme teklif eder. Fakat Andromeda'nın ona aşık olan amcası, bir birlikle Perseus'un üstüne yürür ve bu savaşta Andromeda ölecek, Perseus ise Medusa'nın başını tekrar kullanmak zorunda kalacaktır.



Andromeda'nın üzüntüsüyle Perseus Seriphos adalarındaki evine döner. Geri döndüğünde ise Polydectes'i zalim bir kral olarak bulur. Polydectes Perseus'un annesi Danae'ye aşık olmuştur ve onu kendisiyle evlenmeye ikna etmeye çalışmaktadır. Perseus'un adadan ayrılması ise oldukça işine gelmiştir. Fırsatçı bir adammış kendisi. Danae Polydectes'in zulümünden kurtulmak için Athena'nın tapınağına sığınır. Polydectes ise tapınağı kuşatacaktır. Geri döndüğünde karşılaştığı manzaraya çok öfkelenen Perseus, Polydectes'in sarayını basaar veee....


Annesini kurtarmak için kafayı son kez kullanmak zorunda kalır. Polydectes'in ölümü de bu şekilde olmuştur. Bu insanlar niye çıplak yahu? :D
Bu olaydan sonra Athena Medusa'nın başını ve kalkanını geri almak için Perseus'un yanına gider. Medusa'nın başını alarak kalkanının önüne iliştirir.


Bu kalkan Floransa'daki Uffuzi galerisinde bulunuyor. Orada fotoğraf çekmek yasaktı o yüzden bunu google'da buldum=)  (http://www.uffizi.org/ -İlgisi olana)

Perseus'un hikayesi burada sonlanmıyor arkadaşlar. Burası çok ilginç ve biraz saçma ama yine de anlatmadan edemeyeceğim. Perseus'un ünü Yunanistan'ın her yerinde yayılmıştır ve Argos'taki bir olimpiyata davet edilir. En popüler spor olan disk atmada yarışacaktır. Sıra ona geldiğinde diski o kadar uzağa fırlatır ki disk bir seyircinin ölümüne neden olur. Ölen kişi ise eskiden Perseus ve annesini sandığa kilitleyip suya atan Akrisius'tur. Böylece Akrisius hakkındaki kehanet de doğrulanır.


Hikayemizde boşluk kalmaması için herşeyi araştırıyorum :) Şimdi ise Perseus'a sonunda ne olduğunu öğrenelim. Andromeda'nın aşkını unutamayan Perseus onun ölümüyle artık hiç bir şeyden mutlu olamaz hale gelmiştir ve onu kurtarmak için her yolu dener. Andromeda öldüğü için onu kurtarmak için Kaderin kız kardeşlerine başvurmak için yola çıkar. Kaderin kız kardeşleri yazılmış olan bir kaderi bozma ve zamanı geri alabilme güçlerine sahiptirler. Tanrı'ların kaderlerini bile bu üç kız kardeş yazmaktadır. Perseus onların yaşadıkları tapınağa ulaşır. Fakat tapınağın içinde su dolu bir havuz olan bir odada mahsur kalır ve orada can verecektir. God of War severler bu sahneyi hatırladınız mı? (Sadece 1.10 a kadar olan kısmı önemli)


Tabiiki izlediğimiz kısa sahnede sadece ilk 1 dakika 10 saniye önemli söylediklerine dikkat edin. Gerisi oyunun senaristinin God of War'a uyarlaması... Oyunun senaristinin aslında ne kadar araştırmacı olduğunu gördünüz değil mi? Oyunun başarısı birazda olsa mitolojiye paralel ilerlemesinden kaynaklanıyor olabilir mi? Neden olmasın :)
Yani Perseus'un ölümü de kaderin kız kardeşlerini ararken bir odada mahsur kalmasıyla olacaktır. Eğer Perseus'u çok sevdiyseniz şu filmi de izleyin. 


Ayrıca filmi izlerken aa sen böyle anlatmıştın ama bu filmde böyle demeyin. Mitolojide bir mit'in çok değişik versiyonları bulunuyor ve ben de bir kaç kaynaktan birden araştırıp bana mantıklı gelen şekilde düzenleyip size sunuyorum. Mutlaka farklılıklar olacaktır ;)

Böylecee Perseus'u da bitirdik. :) Bu noktaya kadar yalnızca iki karakteri incelememize rağmen yazı oldukça uzun sürdü. Aslında daha bir sürü şeyden bahsetmek istiyorum ama kitaplar dolusu yazısı sizleri fazla sıkmadan anlatmam gerek değil mi? :) Yazımın ikinci kısmında son olarak Herakles'ten bahsedip bitireceğim. Eğer beğendiyseniz belki üçüncü kısmı da çıkabilir yazımın neden olmasın :) Çünkü daha Truva savaşına, Odysseia'ya, Argonat'lara, Bellerephon'a (ki olay Türkiye'de geçiyor.), Thesus'a hiç giremedim. Yazımın üçüncü kısmında da bunlardan bahsederim. Hem size de nefes alacak bir zaman veririm. Bir anda hepsini anlatırsak mitolojiden sıkılırsınız. Hem içiniz dışınız mitoloji oldu farkındayım. :) Olsun yine de eğlenceli bence :) O zaman geçelim bu yazının son kahramanına.

Herakles


Herakles veya Romalıların bize tanıttığı adıyla Hercules. Herakles, Zeus ve Alcmene'nin oğullarıdır. Alcmene'den ilk yazımızda bahsetmiştim. Hani kocası kılığına girerek kandırıyordu hatırladınız mı? Hera her zaman olduğu gibi Zeus'un ölümlülerden olan çocuklarını kıskanır ve Herakles henüz bir bebekken iki yılanı onu öldürmesi için gönderir. Fakat Herakles kıkır kıkır gülerek iki yılanla oynadığını zannederek onları nefessiz bırakır.


Bunu gören Hera onu oracıkta paramparça etmek istemiş fakat Zeus'un öfkesinden çekindiği için onu öldürmenin başka yollarını aramıştır. Herakles büyüdüğünde dünya üzerinde bulunan en güçlü adamdı. Onu yenebilecek herhangi bir güç bulunmuyordu ve Hera bunları gördükçe Herakles'e olan öfkesi artıyordu. Yaşadığı bölgede herkes Herakles'in ününü duymuş ve onu görenler ise hayran olmaktan kendisini alamazmış. Herakles, Thebai Kralı Creon'un kızı Megara ile evlendi ve bu evlilikten 3 tane çocukları oldu. Herakles için her şey iyi gidiyordu. Taa ki Hera artık dayanamayana kadar. Hera, Zeus'un onu gözlemediği bir zamanda Herakles'in hizmetçisi kılığına girerek eve sızmayı başardı ve Herakles'in içkisine bir zehir katarak onun delirmesine neden oldu. Herakles zehirin etkisiyle anlamsız bir öfke nöbeti içine girmişti ve bu öfke nöbetinde ne yaptığını bilmeden eşini ve üç çocuğunu öldürdü. 

Zeus'un yanına dönen Hera "Oğluna bak, acınacak halde" dedi. Herakles'in aklı başına geldiğinde ise teselli edilemez haldeydi.  Kendine gelir gelmez derhal Zeus'un tapınağına gidip yalvarmaya başladı: "Zeus, bana neler oldu bilmiyorum. Yaptıklarımı geri alamayacağımı biliyorum. Af dilemeye bile yüzüm yok. Artık yaşamayı bile haketmiyorum." dedi. Zeus ise kendi oğluna acımıştı. Gök gürültüsünü andıran sesi tapınakta yankılandı ve "Kral Eurystheus'a git ve onun vereceği görevleri eksiksiz yerine getir. Kolay olmayacaktır ve kaybettiklerini geri getirmeyecektir fakat işlediğin suçun cezasını çekmiş olacaksın." dedi. Herakles hemen yola koyuldu ve Miken kralı Eurystheus'un yanına gitti. Kral Eurystheus onu cezalandırmak için başarılması imkansız gibi gözüken on iki görev verecektir. Verdiği görevler arasında korkunç canavarları öldürmek, krala ganimetler getirmek ve her biri birbirinden zor ve her seferinde bir öncekinden daha uzun bir yolculuğa çıkmasını gerektirecek başka görevler vardı. İlk görevi oradan fazla uzakta olmayan Nemea aslanını öldürmekti.

I. Nemea Aslanı

Bulunduğu yere çok uzak olmayan Nemea bölgesinde korkunç bir aslan yaşamaktaydı ve bu aslan halkın başına çok büyük belalar açmaktaydı. Karnı acıktıkça saldırır, yakaladığı insanları yerdi. Bu yüzden Kral Eurystheus ilk olarak bu beladan kurtulmak istemişti. Daha önce nice savaşçılar aslanı yenmeye çalıştıysa da bunu başaramamıştı. Nemea'ya ulaşan Herakles hiç dinlenmeden aslanın yaşadığı mağaranın yerini öğrendi ve karşılaştığı bir tüccar: "Daha önceden onu öldürmeye gidenler derisine ne silah ne mızrak ne de ok işletemediler. Onu herhangi bir silah kullanarak öldürmek imkansız." dedi. Herakles ise "O zaman ben de herhangi bir silah kullanmam." dedi ve kimsenin gitmeye cesaret edemediği aslanın mağarasına doğru yol almaya başladı. Arkasından bağıran tüccar: "Adın ne? Bari kimin için cenaze düzenleyeceğimizi bilelim." dedi. "Herakles" yanıtını aldı. Mağaraya vardığında aslan Herakles'in kokusunu almış ve saldırmaya hazır halde beklemekteydi. Üstüne atılan aslanı ustalıkla savuşturan Herakles arkasından kılıcı saplamaya çalıştığında tüccarın doğru söylediğini anladı ve silahını bir kenara attı. Aslan ikinci sefer Herakles'in üstüne atladı ve onu ısırmak için sivri dişlerini gösterdi. Aslanı boynundan yakalayan Herakles, dünyanın en güçlü adamı, aslanı yakalayarak havada çevirdi ve yere vurdu, sersemleyen aslanı boğarak öldürdü. Kimsenin yanına bile yaklaşamadığı yaratığı çıplak elleriyle öldürmüştü.


Sırtladığı canavarı kralın sarayına kadar geri taşıdı ve kralın ayaklarının dibine fırlattı. "Onunla ne yapmamı istersin?" diye sordu krala. Aslanı bu kadar çabuk öldürmesini beklemeyen kral hayretler içerisindeydi. Aslanın ölüsü bile kralı korkutmaya yetmişti. "Ne istersen yap, yeter ki şunu önümden kaldır." dedi Kral Eurystheus. Herakles hayvanın derisini yüzüp onu bir zırh olarak kullanmaya karar verdi fakat ne yaptıysa hayvanın derisini yüzemedi. Bilgelik Tanrıçası Athena bu noktada yardımına koştu ve, derisini yalnızca kendi pençesiyle yüzebileceğini anlattı Herakles'e. Herakles de aslanın pençesini kullanarak dersini yüzdü ve en çok bilinen Herakles motifine dönüştü :)

II. Hydra

Bir sonraki görevin çok başlı Hydra diye duyurdu kral Eurystheus etkinlenmiş fakat tatmin olmamış bir ifadeyle. Bu görev için canavarın yaşadığı yere, Lerna'ya gitmesi gerekiyordu. Herakles görevi kabul etti ve durup dinlenmeden yola koyuldu. Yürümeye başlayalı birkaç gün olmuştu ki yanında birisi arabayla durdu. Bu İolaos adındaki bir gençti. "İzin ver seni gideceğin yere kadar götüreyim." dedi. "Hayır. Bu görev benim sorumluluğumda seni tehlikeye atmak istemem." diye yanıtladı Herakles. "Biliyorum ama tüm kalbimle yardım etmek istiyorum." dedi İolaos. İkna olan Herakles arabaya bindi. Canavarın yaşadığı bataklığa geldiler ve orada bir mağara buldular. Herakles canavarın mağarada uyuduğundan emindi. Onunla savaşmak için mağaranın içine yanan odun parçaları fırlattı. Anında uyanan yaratık tüm hızıyla Herakles'e doğru yaklaşmaya başladı. O kadar çok başlıydı ki Herakles bir bakışta hepsini göremedi. Her bir baş zehirli dillerini dışarı doğru uzatmaktaydı ve canavarın gövdesi yılan gibi uzundu. Bir ısırık bile ölüm demekti. Canavara gözükmeden saldırmanın hiç bir yolu yoktu. Genç İolaos kendi üzerine gelen kafaları savuşturmakla meşguldü. Hırsla canavarın üstüne atılan Herakles kafalardan 2'sini bir hamlede kesti ve kestiği yerden 4 kafa çıktığını gördü. Daha hızlı kesmesi gerektiğini düşünerek 4 kafayı daha kesti fakat kafalar çıkmaya devam ediyordu. Sinirle bir çok kafa daha kesti Herakles fakat hepsinin yerine daha fazla kafa çıkıyordu. Canavarı öldürmek imkansız gibiydi. İolaos'ta durumun farkına varmış umutsuzca kalkanıyla canavarı savuşturuyordu. O anda Herakles'in aklına bir fikir geldi. Kalkanını kaldırarak yerden bir odun aldı ve onu yaktı. Bir başı kestikten sonra hemen onu ateşle dağladı. Kafaların çıkmasını engellemişti. İolaos'un yanına giderek odunu verdi ve sırt sırta yaratığa saldırmaya başladılar. Herakles kafaları kesiyor İolaos da dağlıyordu. Bu şekilde yaratığı öldürmeyi başardılar.


Size ilk bölümde bahsettiğim ve arada alıntılara yer verdiğim "Yunan Mitolojisi" adlı kitaptan

Canavarın başlarından birini kralın sarayına geri götürdüler ve kral üçüncü görevi açıkladı. İolaos'a teşekkür ettikten sonra bir sonraki görevi için yola çıktı.

III. Altın Boynuzlu Geyik

Herakles tam bir yıl bir gün boyunca takip ettiği geyiği sonunda bulmayı başardı. Tanrıça Artemis'e adanmış olan bu geyiğin iki tane uzun ve çatallı altın boynuzu vardı. Bu boynuzlar onu geyiklerin en güzeli kılıyordu.  Geyiğin ismi Kyreneia'ydı. Geyiği bir su kıyısında sıkıştırdı ve ağır adımlarla ona yaklaştı. Geyik ise can havliyle kendini suya atmıştı. Herakles'in görevi bu geyiği canlı olarak geri getirmekti. Zaten geyik Tanrıça Artemis'e ait olduğu için onu öldürmek saygısızlık olurdu. Herakles de suya atlayarak geyiğin peşinden yüzmeye başladı. Yarı yola geldiğinde geyik karşı kıyıya çıkmıştı bile. Bir daha gitmeni göze alamam diye düşündü Herakles ve karşı kıyıya çıktıktan sonra bir oku nişan alarak geyiğin ayağına doğru fırlattı. İstediği yerden vurmayı başardı ve bu geyiğin yavaşlamasına yetti. Tam geyiği sırtlamıştı ki ay yüzlü bembeyaz bir atın üstünde bir kadın çıkageldi. Herakles hemen bu kişinin ölümlü biri olmadığını anlamıştı. "Geyiğimle ne yapıyorsun?" diye sordu sertçe Artemis. Artemis'in kendini bir hamlede yerle bir edebileceğini bilen Herakles hemen niyetinin geyiği öldürmek olmadığını ve bunun kendisinin affolması için bir görev olduğunu, geyiği krala gösterdikten sonra salıvereceğini açıkladı. Zeus'un oğluyla konuştuğunun farkında olan Artemis ikna olarak oradan ayrıldı.


IV.Dev Yaban Domuzu Erimantia

Bir sonraki görevinin Erimantia olduğunu öğrenen Herakles hemen Erymanthos dağına doğru yola koyuldu. Bu onu bir süre oyalar diye düşünen kral arkasından sertçe "Hiç de değil. Bu onun için çocuk oyuncağı." diyen Hera'nın sesiyle irkildi. Hemen arkasını dönen kral Hera'yla yüzyüze gelince ne diyeceğini bilemedi. Herakles'e görev verme emrini Zeus'tan almıştı. Hera'nın da işin içinde olduğundan habersizdi. "Bu çok büyük bir domuz..." diye söze başlamıştı ki Hera onu susturdu ve "Zeus'un hoşuna gidecek görevler vermen gerekiyor. Bir sonrakinin zorlu olmasına dikkat et." dedi ve geldiği hızla kayboldu. Bir saat geçmemişti ki sarayda ciyaklamalar ve homurtular yankılanmaya başladı. Herakles omzunda bir domuzla içeri girdiğinde kral o kadar korkmuştu ki altından bir çömleğin içine saklandı. "Korkma." dedi ve güldü Herakles. "Bağlı."



V. Kral Augeas'ın Ahırları

Bu görev için Herakles'in Elis'e giderek Kral Augeas'ın at pisliğiyle dolu ahırları temizlemesi gerekiyordu. Kral  Eurystheus görevi iyice zorlaştırmak için ahırları bir günde temizlemesi gerektiğini söyledi. Kralın ahırlarına yaklaşırken "Ahırları temizlemek, bana verilen diğer işler arasında biraz kolay gibi." diye mırıldandı ve at pisliği dolu ahırları temizlemesi gerektiği için lanet ediyordu. Ahırlara yaklaştıkça burnuna kötü bir koku yayıldı ve yaklaştıkça koku dayanılmaz hale geldi. Kral Augeas da Herakles'in geldiğini duymuş ve nasıl temizleyeceğini merakle izlemekteydi. Herakles bu pisliği haftalarca temizleyemeyeceğini düşündü ve morali bozuldu. Ahırın yanında duran nehirlerden ne kadar su taşırsa taşısın bir günde temizlenmesi imkansızdı. Ahırlar o kadar pisti ki... Umutsuzca nehire bakan Herakles saniyenin onda biri sayılabilecek bir anlığına Athena'nın yansımasını suda gördü. Bu sayede Herakles'in aklına bir fikir geldi. Herakles nehirden ahıra kadar bir yol kazdı. Sonra da ahırdan diğer bir nehire doğru ikince bir yol kazdı. İlk nehirden akan su, pislikleri ikinci yola taşıyarak diğer nehire kavuşturdu ve ahır dakikalar içerisinde temizlenmişti.




VI. Stymphalos Gölü'nün Baş Belası Kuşları

Kral Eurystheus bu görevi tamamlamasına hayret etti ve bir sonraki görevini açıkladı. Bu görev için Herakles'in Stymphalos gölüne gitmesi ve oraya çöreklenen :) başbelası kuşları öldürmesi gerekiyordu. Bu kuşlar etraftaki çiftçilerin tarlalarına sürekli zarar veriyordu bu yüzden ölmeleri gerekiyordu. Kuşlar onları avlamaya gelen kişiye ise bir sürü halinde saldırıyor ve yaralıyordu. Bu görevinde de Herakles'i yalnız bırakmayan Athena, demirci tanrı Hephaistos'a iki adet kastanyet (krotala) dövdürdü. Bu kastanyetlerden o kadar büyük bir gürültü çıkıyordu ki kuşlar yuva yaptıkları yerlerden korkuyla havalanmaya başladılar. Herakles ise bunu fırsat bilerek okuyla (başka versiyonlara göre sapanıyla) hepsini vurdu. O kadar isabetli ve güçlü atıyormuş ki her atışında 3-4 kuşu birden öldürdüğü yazılıyor.


VII. Girit Boğası

Hani yazımın ilk kısmında size minatorların nasıl oluştuğunu anlatmıştım hatırladınız mı? (Bkz: Zeus ve Europa) İşte bu boğa o boğa.  Kral Eurystheus Girit'deki bu boğanın ününü duymuş ve bir kraliçe bir boğaya nasıl aşık olur diye merak etmiş. Herakles'ten boğayı sarayına getirmesini istemiş. Girit'e gemiyle gittikten sonra Herakles, dünyanın en güçlü adamı, sanki boğayı bir tüymüşçesine rahatlıkla kaldırmış ve saraya kadar götürmüş. Herakles boğayı gösterdiğinde kral " Çok güzel bir boğaymış. Fakat bir kraliçe nasıl bir boğaya aşık olur anlamıyorum. Dünya garip bir yer." demiş. Herakles ise omuz silkmiş.


VII. Kral Diomedes'in İnsan Yiyen Atları

Herakles bir sonraki görevinde ünü her tarafa yayılmış olan Trakya kralı Diomedes'in insan yiyen atlarını saraya getirmekle görevlendirilmiş. Kral kendisine terslenen herhangi bir insanı bu atlara yem ediyordu. Herkes kral Diomedes'ten korkmaya başlamıştı çünkü kral tam bir zorba olma yolunda ilerliyordu. Herakles Trakya kralının yanına varana kadar Diomedes Herakles'in geldiğini ve amacının ne olduğunu habercilerinden öğrenmiş. Bu sebeple Herakles'i atlara yem etmek istemiş fakat Herakles önce davranarak kralı atlara yem ederek öldürmüş ve atları tek tek gemiye kapatarak Mikene'ye geri götürmüş. Efsaneye göre Kral Eurystheus atları gördükten sonra onları serbest bırakmış ve atlar Olympos'a dağına kadar koşmuşlar. Orada ise devlere yem olmuşlar.


IX. Amazonlar Kraliçesi Hippolyte'nin Kemeri

Karadenizin güneyinde çok güçlü ve hepsi kızdan oluşan amazon olarak bilinen savaşçı bir topluluk yaşardı. Amazonlar kraliçesi Hippolyte'nin kemerinin onu yenilmez kıldığı söylenirdi. Bu yüzden Kral Eurystheus bu kemeri kendine getirmesini istemişti Herakles'ten. Kemer Ares tarafından amazonların en kuvvetlisine Hippolyte'ye verilmişti. Tek başına koca bir amazon ordusuyla başa çıkamayacağını bilen Herakles, bir gemi dolusu askerle amazonların ülkesine vardı. Limana varır varmaz kendisini oldukça kaslı, yay ve mızrak taşıyan kadın savaşlar karşıladı. Herakles kraliçeyi görmek istediğini söyledi fakat Herakles'in bu görevinde başarısız olmasını isteyen Hera bir amazon kılığında yeryüzüne inmişti ve "Kraliçeyi öldürmek istiyor." diye bağırarak amazonları kışkırttı. Herakles ve arkadaşları amazonların saldırılarına karşı koyarken Hippolyte bizzat Herakles'e saldırmaya başladı. Hippolyte'yi savaşta yenerek öldüren Herakles kemeri de alarak orayı terketti. (Kaynak: http://www.perseus.tufts.edu/Herakles/amazon.html) Herakles'in bu başarısından Hera bile etkilenmişti.


X. Geryoneus'un Kırmızı Sığırları

Geryoneus'un kırmızı sığırları Geryoneus adlı üç başlı bir yaratık ve Orthus adlı iki kafalı bir köpek tarafından korunuyordu. Geryon Libya ve Avrupa sınırında bir yerde olan Erythia adlı bir yerde yaşıyordu. Orada güneş o kadar kızgındı ki Herakles güneşin onu öldürmeye çalıştığını zannederek ona bir ok atmaya çalıştı. Bu duruma çok keyiflenen güneş tanrısı Hellios Herakles'in yanına gelerek. "Beni çok güldürdün Herakles. Normalde kızmam gerek fakat niyetinin kötü olmadığını biliyorum. O yüzden sana yardım etmeye geldim." dedi Hellios ve Herakles'e kolay yolculuk edebilmesi için altından kocaman bir kupadan gemi hediye etti. 
Oraya vardığında üstüne saldıran Orthus'u sopasıyla (club) yenen Herakles, Geryoneus'u da okuyla öldürmeyi başarır. Sürüyü altından kupaya doldurarak saraya geri götürmeye çalışır. Yolda birkaç sorun yaşasa da (sığırların suya atlaması ve kaçması gibi) sonunda saraya sığırlarla birlikte döner. Eurystheus sığırları gördükten sonra onları Hera'ya kurban etmesi gerektiğini söyler. Herakles ise sığırları Hera'ya kurban eder. Gururu okşanan Hera yavaş yavaş Herakles'e olan tavrını değiştirmeye başlamıştır.


XI. Hesperides'in Altın Elmaları

Bir sonraki görevinde Hera'nın Zeus'a evlilik hediyesi olarak verdiği Hesperides bahçesinin elmalarından üç tanesini isteyen Eurystheus, bu görevin yapılmasını imkansız buluyordu. Sonuçta Tanrı'lar için bile bu kadar önemli olan bir şeyi Herakles nasıl bulabilirdi ki? Hesperides bahçelerinin yerini yalnızca dünyayı omuzlarında taşıyan titan Atlas biliyordu. Fakat Atlas'ın nasıl bulunacağını hiç kimse bilmiyordu. Herakles Atlas'ı bulabilmek için Libya'yı, Mısır'ı, Arabistan'ı ve Asya'yı dolaştı. Yolda Ares'in oğlu Kyknos tarafından durdurulmaya çalıştı ve onunla savaştı. Savaşı Zeus bir şimşek fırlatarak kesti. Yoluna devam eden Herakles yolda kendini durdurmaya çalışan Poseidon'un iki oğlunu da öldürmek zorunda kaldı. (busiris, antaeus) En sonunda istediği bilgiye yine onu durdurmaya çalışan Nereus adlı Tanrı'dan öğrenir. Ondan Atlas'ın yerini ve elmaları alabilmek için gerekli olan bilgiyi Prometheus'tan öğrenebileceğini öğrenir. Prometheus'u hatırladınız mı? Hani Tityos'la aynı cezayı almıştı. (Yazının başında Orpheus kısmında bahsetmiştim.) Prometheus'un bağlı olduğu kayayı bulur ve çiğerini deşmek için 30 yıldır her gün gelmekte olan kartalı öldürür. Buna minettar kalan Prometheus elmaları almanın tek yolunun Atlas'ı kandırmak olduğunu söyler. Sırtında dünyayı taşımaktan nefret eden Atlas dünyayı 5 dakikalığına olsa bile bırakmak için herşeyi yapabilecek haldedir. Herakles Atlas'ın yanına giderek ona elmaları sorar. Elmaları yüz başlı bir ejderha olan Ladon korumaktadır. Atlas: "Dünyayı biraz benden alırsan senin için elmaları alabilirim. Ejderha beni tanır. Bir sorun çıkarmayacaktır." der. Herakles dünyayı Atlas'tan alır ve dünyanın en güçlü adamı da olsa dünyayı taşımak imkansız gibidir. Buna rağmen Herakles dayanır. Keyfi yerinde olan Atlas elmaları alıp gelir fakat dünyayı taşıyabilecek birini bulduğu için çok mutludur. Bu görevi artık Herakles'in yerine getirmesi gerektiğine inanır. Herakles çekinerek görevi kabul eder fakat Atlas'a dünyayı son kez tutmasını rica eder ve kendinin daha rahat bir pozisyon alması gerektiğini söyler. Kabul eden Atlas elmaları yere bırakır ve dünyayı alır. Herakles "Dünyayı taşımak senin kaderin. Benimki ise bu elmaları geri götürmek." der ve Atlas'ın bağırmalarına aldırmaksızın elmaları kaçırır.


XII. Yeraltı Dünyasının Koruyucusu Cerberus

Cerberus'tan Orpheus bölümünde bahsetmiştim. Üç başlı bir köpekti kendisi. Hades'in favori yaratıklarından. İmkansız üç elma görevini bile başarıyla tamamlamasına hayret eden kral Eurystheus Herakles'e son bir görev vereceğini söyler. Herakles artık yılların yorgunluğunu yaşamaktadır fakat hiç olmadığı kadar tecrübeli ve isteklidir bu son görevi de kabul eder. İlginçtir bu araştırmamda da Herakles'in yeraltına girdiği yer Taenarum olarak geçiyor. Nedense orası yeraltına giden bir geçit olarak kullanılmış hep. Hades Herakles'in geldiğinden haberdardı ve gerçekten Herakles'in Cerberus'u alt edip edemiyeceğini merak ediyordu. Bu yüzden Herakles'e bir teklif yaptı. Eğer Cerberus'u hiç bir silah kullanmadan yenerse, onu krala göstermeye götürebilirdi, ancak canlı olarak geri getirmek kaydıyla. Sonuçta Hades'in favori yaratığıydı ve onu öldüren kişiye hiç görülmemiş işkenceler tattırabilirdi. Herakles neşeyle kabul etti. Yeraltı dünyasının kapılarının yanında Cerberus'la savaştı. Hiç bir silahı olmadan... Cerberus'u üç kafasından birden kavrayan Herakles onu yere indirerek savaşın galibi oldu ve Hades Herakles'in yeraltı dünyasından Cerberus ile çıkmasına izin verdi. Onu yolda Cerberus'la gören herkes ona bir Tanrı gözüyle bakmaktan kendini alamamış. Tanrı'lar bile oturduğu dağdan Herakles'i izlemişler ve etkilenmişler. Hera bile Zeus'un oğlunun ne kadar büyük bir kahraman olduğunu kabul etmiş.


İşte Herakles'in görevleri böyleydi. Şimdi de Herakles'e sonunda ne olmuş ona bakalım.

Herakles bir gün üçüncü karısı Deianira ile yolculuk yapmaktadır ve Nessus adındaki insan başlı atla karşılaşırlar. Nessus Herakles'in karısını bir nehirden güvenli bir şekilde karşıya geçirmeyi teklif eder sonra da gelip Herakles'i geçirecektir fakat Nessus Deianira'yı geçirdikten sonra arsızlaşarak ona tecavüz etmeye kalkar. Herşeyi gören Herakles bir okla Nessus'u öldürür. Tam ölürken Nessus, Deianira'ya kendi sırtındaki kıllardan Herakles'e bir gömlek dokursa onu giyenin bir daha başka kadına gitmeyeceğini söyler. Bir süre sonra Deianira Herakles'in kendisine olan sadakatinden şüpheye düşer ve dokuduğu gömleği giymesi için Herakles'e verir. Ancak Herakles göleği giyer giymez bunun şeytanca bir tuzak olduğunu anlar. Nessus'un kılları Herakles'in derisini alev alev yakar ve yaralar açar. Can çekişen ve ölmek için yalvaran Herakles cenazesinin odunlar üzerinde yakılmasını ister. (Kaynak: Efsaneler ve Mitler: Philip Wilkinson) Herakles'in cenazesinden çıkan dumanlar Olimpos'a kadar ulaşacaktır ve Zeus Herakles'i Olimpos'a, yanıbaşına alacaktır. Yarı insan yarı tanrı olan Herakles'in insan yanı öldüğü için Hera'nın bile ondan nefret edecek bir sebebi kalmamıştır. Tüm Tanrı'lar Herakles'in gelişi için bir ziyafet verirler..

İşte bu kadar :) Buraya kadar sizi tutabildiysem ne mutlu bana. Size bir takım güzel şeyler göstermek istiyorum. 
http://www.museumnetworkuk.org/myths/trails.html
Bu sitede Heroes kısmına girin, bakalım Yunan mitoloji kültürünüz ne kadar artmış? :)
İnteraktif eğitim. En sevdiğimden :P

Bu da Yunan Mitolojisi adlı kitaptan. 


Şimdi sizle Floransa'da çektiğim Herakles'le ilgili bir kaç resmi paylaşacağım. Biz gittiğimizde yine bilmiyorduk ama bilerek giderseniz gezdiğinizde çok keyif alacağınıza eminim. Biz en basit mitoloji bilgimizle bile keyif almıştık çünkü.


Herakles olduğunu nereden anlıyoruz. Örneğin önündeki boğa ve köpek motifinden ve tabiiki elindeki sopasından.


Medici kalesinin içindeki Herakles odası. Roma mitolojisinde Hercules olarak geçtiğini söylemiştim değil mi? Kalitesiz çekimin kusuruna bakmayın :) Odadaki resimleri belki gidersiniz diye koymuyorum. Merak edin biraz :)


Herakles & Nessus

Bakın sizin için ne hazırladım :)




Disney'in Hercules'inden bir parça. N'olur n'olur izleyin :)

İçiniz dışınız mitoloji oldu değil mi? Bir değerlendirme yapıp bitirelim.

Öncelikle bunları yaklaşık olarak 7 farklı kaynaktan birleştirerek ve hikayeleştirerek yazdığımı söyleyeyim fakat efsanelerin o kadar çok farklı versiyonları var ki adı üstünde efsane net bir şey söylemek imkansız. Ufak detaylara takılmamaya çalıştım ve elimden geldiğince detaya inmeden sizlere güzel bir hikaye sunmak istedim. Bu seferki yazım şuana kadar yaptığım en detaylı araştırmaya sahip. Alıntı yaptıkça kaynaklarımı da belirtmeye özen gösterdim. Unuttuğum bir yer varsa affola. Zaten bu blogu para kazanmak için yazmıyorum. Yaptığım araştırmalar kendim için, bana zevk verdiği için, neden yazdığımsa kültürü paylaşmak için tabii ki. Hepinizin araştırma yapmak için vakti olmayabilir fakat merak ediyor olabilirsiniz. İnsanlar sanat malzemesi olarak o kadar çok kullanmışlar ki mitolojiyi... Şuanda eski resimlere baktığımda bir sürü yeni şey keşfediyorum kendi kendime... Saçma bir Disney çizgi filmi bile izlediğimde orada küçük detayları görüp gülümsüyorum. Etrafınıza bakın, her şeyin ismi mitolojiden, her şeyin... 

Diyerek yazımı sonlandırıyorum bugün de... Yakın zamanda görüşürüz 0.0

Freeze